Bir yanınızı ağlatırken, diğer yanınızı umuttan kıpır kıpır yapan bir hikâye. Kimilerine göre ise “Yetişkinler için Bambi”. Sweet Tooth, aslında çok duygusal ve eğlenceli bir macera olmasının yanında pek çok felsefi ve toplumsal konuya dokunduğunu görüyoruz. Fakat her şeyin bir sırası var. Öncelikle dizimiz bir çizgi roman uyarlaması aslında. DC çizgi roman dünyasından uyarlanan dizi Netflix platformunda 4 Haziran itibariyle yayına girdi. Jeff Lemire tarafından yaratılan 40 ciltlik bir seri. Daha iyi yanı ise, yazarın kendi çizimleri olması. Bu popüler dizinin yapımcılığını Marvel dünyasından çok iyi aşina olduğumuz Iron Man olarak bilinen Robert Downey Jr. ve eşi Susan Downey, Jim Mickle, Beth Schwartz, Amanda Burrell ve Linda Moran üstlenmiş.Her biri 1 saatlik 8 bölümden oluşan yapım, merakla beklenen bir uyarlamaydı. Yepyeni dizinin oyuncu kadrosundaki isimler ise şöyle; Christian Convery (Gus), Nonso Anozie (Tommy Jepperd), Adeel Akhtar (Dr. Aditya Singh), Aliza Vellani (Rani Singh), Stefania LaVie Owen (Bear), Dania Ramirez (Aimee Eden), Neil Sandilands (General Abbot), Will Forte (Father) ve James Brolin (Anlatıcı).
Konusuna bakarsak; dizide on yıl önce “büyük çöküş” yaşanıyor. Bu büyük çöküş belki de size çok yabancı gelmeyebilir. Çünkü büyük çöküş aslında bir salgın. H5G9 adını verdikleri virüs, insanların ölmesine, medeniyetlerin çökmesine, bildiğimiz dünyanın nerdeyse tamamen yok olmasına neden oluyor. Salgın devam ederken, olaylar karışıyor tabi ki. Doğan çocukların yarı insan yarı hayvan olarak doğmaları. Hiç kimsenin anlayamadığı bu olay, çöküşü hızlandırıyor ve bu noktada olaylar farklı iki yöne doğru gitmeye başlıyor. Çünkü büyük bir grup “virüsün bu çocuklardan dolayı” olduğunu söyleyip, onları öldürmek isterken, azınlık bir grup ise onların “insanlığın kurtuluşu” olduğuna inanıyor. Burası klişe gelebilir fakat bu büyük grup yine bir diktatör tarafından yönetiliyor ve kendilerine “The Last Men”ismini vermişler. Bu diktatör General Abbott, hikâye boyunca virüse bir çözüm bulmak için görünse de, olay her zaman ki gibi çok farklı. Virüse bir çare bulamayan insanların, insanlıklarından çıktıklarına bazı etik değerleri kaybettiklerine şahit oluyoruz. Her ne kadar H5G9 fazlasıyla ölümcül olsa da ilginç ki melez çocuklarla birlikte bazılarının ona doğuştan bağışıklığı var gibi görünüyor. Bir diğer ilginç durum ise mor çiçekler. Virüsün yayıldığı yerde büyüyen bu çiçekler, aslında büyüleyici bir renge, güzelliğe sahip.
Asıl kahramana bir göz atarsak; başkahramanımız yarı geyik yarı insan olan Gus. Babası, büyük çöküş başladığında Yellowstone Ulusal Parkı’na gidiyor ve Gus’ı her şeyden izole bir şekilde büyütmeye başlıyor. Bu kısımlarda sıcak bir baba-oğul ilişkisi izlemeye başlıyoruz. Gus büyüdükçe izole ortamından uzaklaşmak istiyor ama babası onu her seferinde ikna etmeyi başarıyor. Dış dünyanın kötü bir yer olduğunu hatta yandığını, sönmeyen alevlerin olduğunu söylüyor. Gus, aynı zamanda hayatında olmayan annesi hakkında da sorular yöneltiyor fakat bu sorusuna da sağlıklı bir yanıt alamıyor. Yaşadığı olaylar yüzünden tüm dünyası değişirken, beklenmedik bir anda hayatına avcı Jepperd yani “Big Man” giriyor. Sweet Tooth ismini kendisine Jepperd takıyor. Gus şekere, çikolataya düşkün biri Jepperd ile birlikte, hayatında hiç görmediği hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadığı, sadece annesinin fotoğrafının üzerinde Colorado yazdığı için orada olabileceğini inanarak, onu aramaya Colorado’ya gidiyor. Dizinin temel konusu bu çıktıkları yolculuk. Dizi de birçok yan hikâye var tabi. Belki tek bu yolculuk olsa çok daha ağır akabilirdi hikâye, fakat çoklu hikâye olması ve bir anlatıcının olması hikâyeyi daha ilginç hale getirmiş. Oyuncular arasındaki kimya çok iyi yakalanmış. Gus’ı canlandıran Christian Convery, henüz 11 yaşında olmasına rağmen, inanılmaz bir performans sergilemiş. Tatlığı ile sizi ele geçiriyor zaten.
Bir pandemi atlatmaya çalışırken bir post-apokaliptik bir pandemi hikâyesi izlemek ne kadar mantıklı bilinmez fakat sizi içine çeken bir tarafı olduğu su götürmez bir gerçek. Bütün o kıyamet sonrası hikâyelerin içerdiği o korkunç dünyaların ikinci planda kaldığı bir dizi. Büyük bir kısmında sizi ağlatırken, minik Gus’ın gerçek dünyayla yüzleşmesine izlemek ve bu sırada büyümesini görmek, sanki kendi çocuğunuzun büyümesini görmek gibi. Gerçekten de her yerinden umut fışkıran bir karakter. Sizi kendisine bağlamayı başarıp, diziyi bir solukta bitirmenize neden oluyor. İkinci sezonu merakla bekliyoruz.
Harika...