top of page
Writer's pictureHatice İskender

YAPRAK


 


Muhakkak konuşmamız lazımdı, farkındaydı o da. Bundandı erkenden çıkışları evden. Fakat bu kaçışları sinirimi bozmuştu artık. Uyanır uyanmaz çıktım evden.


Çay ocağı der hep buraya, bildiğin kahvehane yani. Gittim dikildim karşısına. Bir bozardı. “Ne işin var burada” dedi, “Konuşacağız” dedim. Sonunda kapana kısılmış olduğunu fark edince "İyi, geç otur." dedi "Geliyorum şimdi." Oturdum, fakat gelmiyor bir türlü. Oyalanıyor içerilerde. Sinirden ayaklarımı sallıyorum hızlı hızlı. Hayır, göz göze de gelmiyor benimle. Sonra çaresi yok tabii, gelip oturdu. Laflarımı sıralamaya çalışırken ben kafamda, bir adam çıkageldi. Tuhaf bir adam. Deve renginden kaşe bir paltosu ve kafasında yine kaşeden, beyaz fötr bir şapka. Şapkanın sağ arka tarafına da bir yaprak takıvermiş. Yüzüm onu garipsediğimi çok belli ediyordu, emir verdim mimiklerime hareket etmesinler diye. Ellerim göğsümde bağlanmış, adamı izliyorum. Nasıl bir kıyafet bu, nereden gelmiş bu adam?


Abim onunla konuşmak için kalkıp yanına gitti. Seslerini duyamıyorum. Hayır, şapka neyse de o yaprak ne öyle? Tüy değil miydi o şapkaya takılan? Uzunca bir yaprak bu, uç tarafı şapkadan düşmek istercesine dışarı meyletmiş. “Bırak beni, ne işim var benim senin şapkanda?” diye isyan ediyor sanki. Güldüm. Birden sesleri yükselmeye başladı. Abim lan'lı lun'lu konuşuyor, adam da ezildikçe eziliyor karşısında. Hiç beklemiyordum, bir tokat çaktı suratına. Adam yere düştü. Hayretle olanları izliyorum. Abimin hoyrat biri olduğunu biliyordum da, ilk kez böyle şahit oluyordum. Adamı iki dakika içinde perperişan etti. Adam yerden şapkasını alıp kaçar adım gitti. Bu olayın ardından anladım ki, içimdekileri bir süre daha muhafaza etmem gerekecek. Hiçbir şey söylemeden kalktım.


Dükkan kapısının önünde şapkadan atlayan yaprağı gördüm. Selam verdim ona, aldım elime. “İyi yaptın.” dedim “Süs müsün sen? Değilsin tabii.” Kurumaya yüz tutmuştu, kirlenmiş bir de. Ölüme terk edilmiş resmen bu yaprak. Arkasındaki damarı sapasağlam ama “Buradayım ben.” diyor “Ölmedim daha.” Kalın da, kışa uygun, dirayetli, metanetli. “Gel.” dedim “Beraber gidelim. Hem ben sana süs muamelesi yapmam.” Önce temizledim onu bir güzel, peçeteye su dökerek. Belki biraz daha su döksem üzerine yumuşar mı yaşar mı daha fazla, dedim. Eline hiç krem değmemiş ellili yaşlarında birinin ellerinden farksız bu yaprak, vazelin belki işe yarar. İyileştireyim derken daha kötü olmasın? Vazelin fikrim tuhaftı tabii, vazgeçtim. Ama suya koysam işe yarayabilir belki, dedim.


Kudretli adamlar vardır boylu boslu, herkesin saygısını kazanmış, onun gibi duruyor bir yandan da. Bıraksam şöyle sokağa hemen yıpranmaz, yırtılmaz. Fakat güçten düşmeye başlayınca, insanların gözündeki değerini kaybeden o adamlar gibi biraz da çaptan düşmüş. Yine de onun canını bir tek kurumak alır, fakat kuruyana kadar da o sağlamlığını muhakkak korur. Kurumaya giden bu yolda ona eşlik etmek şerefini kazandığım için mutluyum, ayrıca öyle bir adamın şapkasına süs olmaktansa o da benimle olmaktan memnundur, diye düşünüyorum. Ama belki de yalnız kalmak istiyordur. Sonuçta uç kısmı hala dışarıya meyilli, belki benden de gitmek istiyordur.


Tam sap kısmından tuttum onu, başlangıcı ile bitimi incecik, bir ömrün başıyla sonu gibi. Sap kısmından sonra genişliyor, dünya gibi. Sonra yeniden daralıyor, üçgen gibi. Sonu başından belliymiş, o da farkında bunun. Madem bu kadar ahbaplık kurduk onu başlangıcına, ait olduğu yere götürmeliyim, dedim. Yürüdüm ağaçlı bir alan bulana kadar. Aynısını bulamadım ama benzer yapraklı bir ağacın gölgesine bırakıverdim. “Sen bir süs değilsin, bana yarenlik etmek için de var olmadın.” Ölmek üzere olan dedemin memleketine gitmek istemesi gibi onu da bu parka getirdim. Yere koydum. Bu sefer uç kısmı dışarı değil, göğe bakıyordu. Veda etmeden peşinen bir Fatiha mı okusam dedim. Sonra muhakememi kaybetmek üzere olduğumu fark ettim ve okumadım tabii. Buna rağmen el sallamadan da gidemedim. Kuruyarak ölmek bir toprak üstünde, şüphesiz ki hakkıydı onun.


 

Comments


bottom of page