Vahşi batı ile ilgili mizahi bir film yapmak kimin aklına gelirdi ki? Evet, Cem Yılmaz’ın aklına geldi ve sonsuz ayrıntıyla dolu, her zamanki gibi kahkahası bol Yahşi Batı (2010) filmini yarattı. Fakat şimdi ters köşe yapacağım ve Yahşi Batı filmini incelemeyeceğim, belki onu da başka bir yazıda konuşuruz. Ben bu yazımda, biraz daha günümüze yaklaşıp başka bir kara mizah filmi olan, Coen Kardeşler’in The Ballad Of Buster Scruggs (2018), Türkiye’deki ismi ile Vahşi Batı Hikayeleri filminden bahsedeceğim.
Film, birbirinden bağımsız, altı farklı hikâyeden oluşuyor. Başta dizi olarak tasarlanmış. Bu yüzden filmin akışı ara ara kesiliyor. Kitabın sayfaları aralanıyor ve bizi, izleyeceğimiz bir sonraki kısa hikâyeye hazırlayan yazı karşımıza çıkıyor. Daha sonrasında ise Coen’lerin büyülü dünyası. No Country For Old Men filmi gibi western ögeleriyle dolu olmasına rağmen onun aksine Vahşi Batı Hikayeleri, bizim alışageldiğimiz western döneminde geçiyor. Alışagelmediğimiz öge ise öykülerin kendisi. Batı’da pek karşılaşmayacağımız absürt hikâyeler çıkıyor karşımıza. Herkes hayatında bir kere dahi olsa bir western filmi izlemiştir. Yani aramızda, kemerine astığı tabancası dizine erişen, en hızlı silah çeken, botları-pançolarıyla at üstünde kaktüsleri geçip kasabaya ulaşan, salonda içki içerken kimin çıkarttığı bilinmeyen kavgalara karışan kovboy filmlerine denk gelmemiş olanımız yoktur, değil mi? Aşağı yukarı işlenen konuları biliriz ancak bu filmdeki kısa hikayeler, bize bambaşka bir dünya sunuyor.
The Ballad of Buster Scruggs
Bu ilk öyküde, “daha iyisi gelene kadar en iyisi” anlayışını, batının vahşetine uyarlayan Coen’ler, alametifarikaları olan absürt yönlerini bu filmde de ince ince işlemişler. Buster Scruggs, gitarıyla neşeli balatlar söylerken güler yüzü ve neşeli tavrıyla onun nam salmış, azılı bir kovboy olduğuna pek inanmıyoruz. Bir salona girip olaylar kızışana kadar tabii. Önüne çıkanları teker teker alt eden Scruggs, katıldığı son düelloda hem en iyi müzisyen hem de en çabuk silah çeken kovboy unvanını devretmek zorunda kalıyor. Her zaman en iyi sen olamazsın ancak vahşi batıda her zaman en iyisi sen olmadığında -maalesef- Buster Scruggs ile aynı kaderi paylaşabilirsin.
Near Algodones
Etrafta ne bir bina ne bir insan… sadece sahra ortasında bir banka. Bu bankayı soymak ne kadar zor olabilir ki? Beceriksiz -belki de şanssız demeliyim- kovboyun karşısına çıkan banka görevlisi bu soygunu imkânsız kılıyor. İdama mahkûm edilen kovboy her nasıl o ipten kurtulsa da kader yine onu idam sehpasına çıkartıyor. İkinci kere ölüme yaklaşan kovboy yanındaki kader ortağına soruyor: İlk seferin mi?
Meal Ticket
Sanat ne kadar karın doyurur ya da birilerinin karnını doyurmadıktan sonra sanatçıya ne olur? İnsan değeri bir tavukla eş değer olabilir mi? Bu tür soruları doğuran bu hikâyede, arabalarının arkasında sahne kurup piyes oynayan kolsuz ve bacaksız genç bir delikanlıya ve onun bakımını üstlenen, ihtiyaçlarını karşılayan bir adama şahit oluyoruz. Liam Neeson’ın muhteşem performansı ile merhamet, vicdan, para, değer gibi kelimelerin anlamlarını detaylıca düşünüyoruz. Bu yüzden not alırken en çok zaman harcadığım bölüm bu bölüm oldu sanıyorum. Ayrıca ilk iki bölümü tuhaf bir tebessümle izleyince bu bölümün trajedisi karşısında afalladığımı söylemem gerekir.
All Gold Canyon
Bu bölüme gelene kadar çöl, sarı renk ve karanlık hakimdi. Fakat bu bölümle aydınlık ve yemyeşil bir diyar karşımıza çıkıyor. Batının paradoksu gözler önünde yine. Benim favori bölümüm. Tom Waits’in enerjisiyle bir önceki karamsar bölümden sıyrılıyoruz. Doğa-yeşil- kahverengi üçlüsü, bir yanımızı rahatlatırken; kurgudaki muhteşem dinamizm, diğer yanımızı heyecanlandırıyor. Bir altın arayıcısının hayatına giriyoruz bu sefer. Dere kenarında alnından terler akıtarak tek başına zorlu bir işin üstesinden gelmeye çalışıyor. Altın madenini buluyor bulmasına ancak adamın yanız olmadığını işte o zaman fark ediyoruz. Diğer bölümlere göre gözümüze fazlasıyla sokulan bir yeşil renk var ve bence, yeşilin kullanılması bir tesadüf değil. Ben, bu rengi hırs kavramına bağlıyorum. Belki pek çok şey söylenebilir bu öykü hakkında ancak bana hırsı anlattı. Parıl parıl parlayan doğanın içinde, vurulsa da altınını kaptırmayan ihtiyarın hırsının rengi yeşil. Tuttuğunu koparan, eski toprak, altın kazıcımız emeline zor da olsa ulaşıyor.
The Gal Who Got Rattled
Abisinin kuracağı yeni iş için iki kardeş yola düşmüşlerdir. Vardıkları yerde abisinin ortağı olacak adam ile kardeşi evlenecektir fakat işler pek yolunda gitmez. Yolculuk esnasında abi ölür ve kadın yalnız başına kalır. Ailesi ve tanıdığı kimse yoktur ama kafileden biri onunla sandığından fazla ilgilenir. Abisinin yanında pek rahat olmadığını söyleyen kadın, onun ölümüyle özgürlük, yeni tanıştığı adam sayesinde mutluluk kazanır. Fakat maalesef, gelecek için kurulan hayaller pek de uzun olmayacaktır.
The Mortal Remains
Tıpkı fıkra gibi… Aralarında bir İngiliz, bir İrlandalı, bir Fransız’ın bulunduğu beş kişilik grup, durmaksızın giden bir atlı arabada yolculuk etmektedirler. Her bir karakterin fikirlerini paylaştıkları bu yolculukta, İngiliz ve İrlandalı centilmenlerin, arabanın üzerinde taşıdıkları kargo diğer yolcuları biraz korkutur. Ay ışığının, esrarlı geceyi daha da yoğunlaştıran atmosferinde, bu iki ürpertici centilmen otele girer ancak diğer üçlü, otele girip girmeme konusunda ikircikli davranır. Harika oyunculukların yanında, Brendan Gleeson’ın yumuşacık sesi, işte o karanlığın içindeki ay ışığı olur çıkar.
Hikayeler işte bu kadar. Hepsi ilgi çekici ve farklı konular seriyor önümüze. Diğer Coen filmlerinden biraz farklı olsa da vahşi batı filmlerini sevenlere birebir. Sadece, kısa bölümlerden oluşması, filmin içine girmemize biraz engel oluyor. Belki daha ayrıntılı işlenebilirdi. Yine de keyifli bir film olduğunu söylemeliyim. İzlerken eğlendim, notlarımı tuttum. Ancak , dizi olsaydı ne olurdu diye de düşünmeden kedimi bir türlü alamadım.
İyi seyirler.
Comments