top of page
dilangezgin55

TEK MEKANDA AHLAK SORGULAMASI: LOCKE


 

Tek mekân filmlerinde genellikle gerilim, aksiyon ya da korku temaları işlenir. Basık alanların yarattığı klostrofobi, bizi endişe ve kaygıya sürükler. The Cube (Natali, 1997), El Hoyo (Gaztelu-Urrutia, 2019), 127 Hours (Boyle, 2010) gibi bilindik tek mekân filmleri hep gerilim türündedir. Fakat yazarlığını ve yönetmenliğini Steven Knight’ın üstlendiği Locke (2013) filmi, gerilim ve korkudan epey uzaklaşır ve bizi bir aile dramının içine çeker.


Bir inşaat şirketinde önemli bir pozisyonda çalışan Ivan Locke, aldığı bir haberle apar topar arabasına atlar ve uzun bir yolculuğa çıkar. Bu yolculukta ailesini, işini ve geleceğini sarsacak sayısız telefon görüşmesi yapar. Filmin konusu, adamın gittiği yerdir aslında. Bu varış noktası, hiçbir sürpriz paketine bürünmeden, filmin başında seyirciye verilir: Bir iş gezisinde eşini aldatan Locke, gayrimeşru çocuğunun doğumuna yetişmek için hastanenin yolunu tutar. Kadına karşı hiçbir şey hissetmese de onunla herhangi bir duygusal bağı olmasa da babasının kendisini terk ettiği gibi doğacak bebeğini terk etmek istemez. Böylelikle kimsenin ne diyeceğine aldırmadan doğru bildiği şeyi yapar ve doğum sırasında kadının yanında olmak ister. Bu sırada eşini arayarak ona hayatının en zor itirafını yapar ve çocuklarına da hiçbir şey belli etmemeye çalışır. Ancak uğraştığı şey, yalnızca ailesi değildir. Önemli bir projeyi yarım bırakıp gittiği için kovulacak olsa da işine aşırı bağlı bir karakter olan Locke, diğer yandan bu projeyi doğru bir şekilde gerçekleştirebilmesi için arkadaşını sürekli arayıp binanın temelinin nasıl atılacağı hakkında ona bilgi verir.


Bizi ahlaki bunalımın ortasına sürükleyen film, büyük bir sorgulamayı da beraberinde getirir. “Eşini aldatacak en son adam” olarak nitelendirilen Locke karakterinin sakinliği ve mahcubiyeti, ona bir anti kahraman damgası yapıştırmak yerine, onu hatasından suçluluk duyan bir insana dönüştürür. Sözün özü, karakter bizim anlayışımıza ve insafımıza kalır. Ancak saçmalıktan öteye gidemeyen “yalnızca bir kez oldu” bahanesi üzerine karısının kurduğu şu cümleyle de sarsılırız: “Bir kez ile hiç arasında dünya kadar fark var. Bir kez ile hiç arasındaki fark, iyi ile kötü arasındaki fark demek.”




Bir filmde girift yapılı baba-oğul ilişkisi varsa orada Oedipus kompleksi ve/veya geçmiş- gelecek kavramları mutlaka vardır. Bu filmde de Ivan Locke, arka koltukta onunla birlikte yolculuk ettiğini düşündüğü -seyirciye asla gösterilmeyen- babası ile konuşur ve onunla yaşadığı sorunlarını dile getirir. Baba- oğul- torun üçlemesinde arada kalan ve hep ana direk olan da oğuldur yani Locke karakteridir. Bu yolculukla geçmişte yaşadığı sıkıntıları, yeni bir hayatla telafi etmek ister aslında. Yapılacak olan inşaat için gösterdiği çabanın da burayla bağlantılı olduğunu düşünüyorum. Temeli atılan bir inşaat yani yepyeni bir yapı, doğacak çocuğu ve bir anlamda da adamın yeni hayatını simgeler. Yeni hayat, yeni yapı, doğum ve gelecek.


Karakterin, “İki saat önce şantiyeden ayrıldığımda bir işim vardı, bir karım, bir evim vardı. ve şu an hiçbiri yok. Elimde hiçbir şey kalmadı. Sadece ben ve içinde bulunduğum araba var,” sözüne istinaden, filmde en çok hoşuma giden yeri belirtmek isterim. Mahvolmuş bir hayatı izleriz ancak elimizde yıkıntı kalması gerekirken ortaya bir yenilenme çıkar. Eşi terk eder, işten ayrılır, düzenli hayatı raydan çıkar ama varılan yerde bir doğum vardır, ilmek ilmek dokunan bir inşaat vardır. Bütün bu çatışmanın ortasında alelade bir insanın çırpınışını izlemek bence farklı ve sorgulanası.


Teknik olarak, genel planın neredeyse kullanılmadığı bu film, hep yakın planlarla devam eder. Karakterin tepkilerini rahatça görebilmek ve onun, bu keşmekeş içindeki sıkışmışlığını hissedebilmek açısından çok mantıklı bir seçim. Burada bir aksiyon filminin hızı ve heyecanını beklemek doğru olmaz. Dar alanda ve sabit bir konuda, biraz daha ağır ilerleyen bir film, kabul edelim. Fakat yine de çok iyi yakalanan ışıklar, kameranın sabit kalmayışı, arabanın dış çekimleri ve hızlı kesmeler ile dinamizmin sağlanmış olduğu görüşündeyim. Ayrıca karakterin profilinin camdan yansımaları, bu basık alanda bize farklı bir görüş açısı tanır ki bunun, hoşuma giden bir diğer ayrıntı olduğunu da belirtmeliyim.


Tom Hardy’nin oyunculuğuyla taçlandırdığı bir performans filmi olan Locke’nin sade ama incelikli bir yapım olduğu görüşündeyim. Benim tavsiyem; bu filmi izlemeyin, bu filmi sorgulayın. Ancak üstüne düşünüldüğünde zevk verebilecek bir film çünkü.

İyi seyirler…

Recent Posts

See All

Bilinçteki Akış

Gün boyunca zihnimizden binlerce düşünce akıp geçer. Bunların bir kısmı çöptür, büyük bir kısmı da bir sonraki an’ımızı şekillendirir....

Comments


bottom of page