Aşkın sonsuz olduğunu kim fısıldamıştı kulaklarımıza? Evrenin karanlığında, küçük bir toz parçası üzerinde, faniliğimizle güreşirken nasıl da inanmıştık dünyaya demir atacağımız sanrısına …Günlerimizin güneşli, yaralarımızın hep ufak sıyrıklardan ibaret olacağını ummuştuk. Oysa bir barbar çıktı içimizden ve yok etti her şeyi. Bakmayın öyle sayfaya afallamış gibi. Söylüyorum sadece…Ayrıca kendimizden başka kimseyi sevmedik hiç birimiz. Her aşk dediğimizde içimize baktık aslında. Orada kilden, taştan, kumdan bilmem ki neden yaratıp şekil verdiğimiz, özenle süsleyip cilaladığımız bir yansımaya hayran olduk yalnızca. Yani birer Narkissosuz aslında hepimiz. İşte bu yüzden Aragon’a inandık ama Fuzuli gibi derman istemedik asla.
Yine de aşkımız ete kemiğe bürünmeli, bir cisim bulmalı ve elde edilip sahip olunacak, hevesimiz geçti mi bir sandığa kapatılıp unutulacak bir eşya olmalıydı. Biz faniydik ya, tutkumuz da sonlu olmalıydı. Her şey bir nihayete erecekti elbet ama önce sahipliğine erişilmeliydi. Çünkü elde edilmezse değersizleşmez, değersizleşmezse uzak ve dokunulmaz imkansızlığı ile daha da büyük bir tutkuya dönüşürdü muhakkak. Ve ebedi olmayan, aciz bizler için çok fazlaydı böylesi. Kendisini yaratan ve yaşatan bir zihin olmazsa baki kalamazdı hiçbir tutku. Oysa seviyorduk biz acımızı. Aramıyorduk bir çare.
Bazıları takıntı diyor buna. Tuhaf bir kelime. Lügatları karıştırsanız çok bilimsel tanımları da var aslında, örneğin: “yanlış olduğunu bildiğimiz halde kafamızdan atamadığımız, mantık ve muhakeme ile uzaklaştırılamayan, arzu edilmeyen saplantı halindeki fikirler”
Evet, asıl eğilmemiz gereken bu saplanma halidir belki de. Saplanmak çok doğru bir ifade az sonra anlatacaklarımı tanımlamak için.
Elbette insan doğasının kusurlu bir köşesinden hortlayan bu takıntı illetinin gerçek doğası, kişinin karakterini manipüle eder ve sanki istemsiz bir ihtiyaç tarafından ele geçirilmiş gibi, alışılmadık şekillerde davranmaya zorlar. Takıntılı bir zihin, saplantı objesine/nesnesine, değerlerinde, ahlakında ve algılarında hakikati ve gerçekçiliği uzaklaştıracak ölçüde yoğun bir şekilde kapılır. William Shakespeare, bu istemsiz karakter değişikliği fikrini “Othello” oyununda ortaya koyar ve bu fikir benzer bir yaklaşımla Scott Spencer tarafından “Endless Love” romanında tanımlanır ve incelenir.
Bu metinlerin her biri boyunca, yaratıcıların karakterizasyon kullanımı, kıskançlık, intikam ve sonuç olarak delilik temaları vasıtasıyla saplantının gerçek doğasını tasvir ederler. Örneğin Othello oyununda diğer karakterler de bu bariz yanyanalığa dikkat çekerler, bu, Lodovico'nun Othello'nun dramatik dönüşümünü deneyimlediğinde yaşadığı dehşeti yansıtır: “Bütün senato üyelerinin her açıdan yetenekli bulduğu/Soylu MağripIi nedir bu hal / Duygunun sarsmayacağı adam bu mu? /Kararlı, sağlam karakterini kaza kurşununun öldüremeyeceği,
Talih okunun yaralayamayacağı adam bu demek?” (ıv. Bölüm. i. Sahne). Shakespeare'in tekrarlayan retorik soruları kullanması, Lodovico'nun böylesine dramatik bir değişimdeki şokunu ve dehşetini ele alıyor. Saplantı güdümlü intikam genellikle kapsamlı aldatma, yalan söyleme ve sahtekârlığa yol açar. Shakespeare, bu fikri Iago karakterizasyonuyla aktarır.
Othello ilk bakışta egonun arzuyu veya id'i yönettiği, kendine hakim bir adam gibi görünür. Örneğin evlendiği günün gecesi kendisini bir savaş konseyine çağıran Venedik hükümranlarından gelen çağrıyı sakince karşıladığını görürüz. Gelinin babasının hizmetkarlarının kılıçları ve aşağılayıcı konuşmalarıyla tehdit edilen Mağribi, bir Rönesans askeri ve beyefendisinin tüm vakarıyla hareket eder. Kusursuz ruhundan" (I, ii) söz ettiğinde övünmediğini hissetme eğilimine düşeriz, sadece ince İtalyan tavırlarından değil, aynı zamanda sert Hıristiyan vicdanından da son derece emindir. Mağribi general, bir nezaket ve zarafet modeli olarak karşımıza çıkar, buna karşılık Senatör Badbantio damadına karşı haykırarak bir barbar gibi görünür. shakespeare Mağriplinin yedi yaşından beri asker hayatı sürdüğünü ve belki de daha kötüsü vahşi ülkelerde bir gezgin olarak yaşadığını ve bir zamanlar köle olduğunu bildirir. "Sertlikte doğal ve tez bir canlılık' buluyorum der. İyi gizlenmiş olsa da, aynı derecede doğal olan, belli bir yumuşaklığa duyduğu şevktir.
Bunu hikaye trajedi yoluna girene kadar bunu açıkta görmeyiz. İlk perdede, zayıflıklarının ihaneti olarak yorumlanabilecek birden fazla pasaj gelir. Karısı, senatörlere kendisiyle Kıbrıs'a gitmesine izin vermeleri için yalvardığında, önce onlardan kabul etmelerini ister. Ancak sonra, senatonun son emirlerini almak için kalması gereken Iago'dan sorumlu olarak onu geride bırakması gerektiğini belirtir. Buradaki çelişki Othello'nun ruhundaki bir huzursuzluğa işaret eder, bu huzursuzluk ancak kararının zayıflığından kaynaklanıyor olabilir. Venedik Dükü, karısının kendisiyle seyahat etmesi meselesini kendi özel kararına bırakır ancak Mağribi'nin ilk dürtüsü onunla birlikte yelken açmamak olur. Bu, karakterin daha "erdemli", kelimenin Makyavelist anlamıyla, yiğit, savaşçı bir poz almasına neden olur. Oyun, okuyucular/izleyiciler Othello'nun tüm erkeklik gösterisinin bir maskeli balo olup olmadığına karar veremeden sona erer. Ancak saplantıyı trajedi ve yıkımın takip etmesi izgesi kaçınılmazdır. Masumiyetine inanılmayan Desdemona Othello tarafından öldürülür, felaketin suçlusu olarak gösterilen Iago tutuklanır ancak Othello da yaptığı hatayı görerek suçluluk duygusu ile intihar eder.
Saplantı kavramı, Scott Spencer ‘ın “Endless Love” adlı romanında da irdelenir. Romandaki birinci şahıs anlatımı, izleyicinin, aklı karışmış, tüketilmiş ve manipüle edilmiş karakterlerin düşüncelerine dair derin bir içgörü elde etmesini sağlar. David’in romandaki nitelendirmesi bu nosyonu bir yalanın doğası üzerinden açıklar: “Onu yaşamazsınız, onun içinde yaşarsınız; tıpkı bir mağarada yaşayabileceğiniz gibi.” Spencer, saplantının gerçek doğasına ilişkin imge ve içgörü sağlamak için bir benzetme kullanır. Sunulan fikir, güç kazanmak için sürekli yalan söylemenin ve intikam yolunda manipülasyonun bir sonucu olarak istemsizce ortaya çıkan bir tutsaklık ve tüketim fikridir.
“On yedi yaşımdayken ve kalbimin en ısrarlı emirlerine tam olarak itaat ederken, normal hayat yolundan çok uzaklaştım ve bir anda sevdiğim her şeyi mahvettim - öyle derinden sevdim ki ve aşk yarıda kesildiğinde, manevi aşkın bedeni dehşet içinde geri çekildi ve kendi bedenim kilitlendi- başkaları için bu kadar yeni bir hayatın bu kadar geri dönülmez bir şekilde acı çekebileceğine inanmak zordu. Ancak şimdi yıllar geçti ve 12 Ağustos 1967 gecesi hala hayatımı parçalıyor.”
Yazar ilk paragrafta, okuyucunun baş kahraman David Axelrod'un sesine kapılmasını sağlayan ustalıklı bir hüner sergiler. Anlatıcı oldukça geveze ve bazen korkutucudur, okuyucuları harika bir şekilde ilerleyecek romanın kendini beğenmiş tonuyla tanıştırır. Spencer, bu ton sayesinde, ilk aşk hissini, yalnızca bu aşkı bilen ve onunla ilgili her şeyi bir kaide üzerine koyarak önemini şişiren bir gencin zihnini doğru bir şekilde sunar. Bu tarafsız bir açıklama değildir, bu daha çok hararetli, ham bir günlük girişi gibidir, tutkusunda olduğu gibi ifadelerinin de ne kadar "utanç verici" görünebileceğinden habersizdir veya umursamaz.
“Sıcak, yoğun bir Chicago gecesiydi. Bulut yoktu, yıldız yoktu, ay yoktu. Çimler kara görünüyordu ve ağaçlar daha kara görünüyordu; arabaların farları bana madencilerin boğucu şaftta yukarı ve aşağı ilerlerlerken giydikleri o cesur ışıkları düşündürdü. Ve o yoğun ve sıradan ağustos gecesinde, içinde dünyadaki herkesten daha çok sevdiğim insanların olduğu ve annemle babamın evinden daha çok değer verdiğim bir evi ateşe verdim.”
Eğer okuyucular bu noktaya kadar bıyık altından sırıtarak pamuklar içinde bir ilk aşk hikayesi okumayı umuyorlardıysa, başladıkları satıra dönüp doğru okuduklarından emin olmaya çalışırlarken o alaycı gülümseme yüzlerinden kesinlikle silinecektir. Burada okuyucuların karşı karşıya olduklarını varsaydıklarından tamamen farklı bir canavar olduğu açıkça ortaya konulur. Bu, masum, zararsız bir gençlik aşkı hikayesi değildir. Bu, hırlayan, aç ve tehlikeli bir aşktır. Uğursuz ton aniden anlam kazanır. Bu eylemlerini abartan bir çocuğun uydurmasından çok daha fazlasıdır. Bu, David’in hayatının o gece neden değiştiğine dair oldukça inandırıcı bir hikayedir. İki kısa paragrafta, beklentilerimiz inşa edilir ve sonra yıkılır. Bu o kadar şiddetli bir aşktır ki, Butterfield'ların evinde yanan alevler kadar yıkıcı bir saplantı haline gelir.
Açılış sahnesinin gerilimi bütünüyle hayati önem taşır. Okuyucuyu hikayenin ortasında konumlandırma fikri zekice bir manevradır. Olay, kitabın gelecek bölümlerine enerji verir ve ondan türetilen adrenalin, daha durgun bölümlerin bazılarında tetikte kalınmasını sağlar. Yazar David’in Butterfield’larla ilişkisinin çözüldüğü noktadan başlayarak ve bu sonuca neyin neden olduğunu açıklamayarak bir gizem havası yaratır ve okuyucuları noktaları birleştirme hevesiyle baş başa bırakır. Yazarın bu seçimi aynı zamanda gerçekte olanlardan çok David'in olanlar hakkında nasıl hissettiğine odaklanmamız gerektiğini açıkça ortaya koyar. Küçük detaylar üzerinden verilen nitelendirmeler karakterlerin içinde bulundukları ortamı net şekilde anlamamızı kolaylaştırır. Örneğin yangın gecesi birlikte LSD kullandıklarını keşfettiğimizde Butterfield’ların nasıl bir aile oldukları konusunda bir kanaate varabiliriz. David’in Jade ve ailenin geri kalanıyla olmaya dair saplantısı, genç adamın yangını ailenin evinden 17 gün için kovulduğunda aileyi dışarı çıkarmak için başlattığını öğrendiğimizde daha da görünür hale gelir. Jade'nin annesini ziyaret edip kadının kendisine yakınlaşmasına izin verdiğinde ise acınası bir hal alır. David aşkına yakın olmak için ondan bir parça taşıyan herkesi/her şeyi kabul edecek hale gelmiştir. Tabii bu sona gelinmesinde kızına karşı oldukça sahiplenici tavırları olan babanın da katkısı yadsınamazdır. Ancak Jade'nin de uykudan yemeden içmeden içmeden kesilecek kadar kendisini kaptırmış olması ailesi açısından haklı olarak endişe verici bir durumdur.
Othello oyunundaki Lodovico'nun yerini Endless Love'da David'in ebeveynleri ve Jade'nin çevresi alır. Son sahnede David'in içinde bulunduğu hapishane hem fiili hem de ruhani bir tutsaklığa işaret eder. Genç adam aşkını parmaklıklar arasından izler ve kendisini tutsak eden yapı baktığı manzarayı bile çerçeveler. Karakter her bakımdan esaret altındadır.
İlişkinin bu tutkulu aşaması, Batı toplumlarının o kadar büyük önem verdiği aşamadır ki insanlar onsuz evlenmeyi reddederler. Aslında, bazı insanlar sadece bu bileşeni göz önünde bulundurarak evlenirler. Şanslıysak, bu tutku bir dereceye kadar sürer: Genellikle altı ila 24 ay sonra, yoğun coşku duyguları "normal" bir dereceye kadar dağılır ve bu aslında üretkenliğiniz ve akıl sağlığınız için faydalıdır.
Peki ya bu aşk çılgınlığı süresiz olarak devam ederse? Ya karşılıksız kalırsa? Bu aslında, Limerence olarak bilinen bir durumdan muzdarip olan nüfusun yüzde beşinde görülür. Hastalar, bir ayrılıktan sonra göğüs ağrıları, kalp çarpıntısı, uykusuzluk, uyuşukluk ve yiyecek tüketememe ile karakterize yoğun keder duygularını anlatırlar. Önde gelen bir Limerence uzmanı ve Sacred Heart Üniversitesi'nde Psikoloji Profesörü olan Albert Wakin, Limerence'ı istemsiz ve aralıksız bir "başka bir kişiye karşı zorunlu özlem" durumu olarak tanımlar.
Bu noktada David’in de Othello gibi bir tür ölümü tattığını söyleyebiliriz. Onun ölümü/intiharı yaşamına son vermekten ziyade ilerleyememekten, tek bir noktaya saplanıp kalmaktan ve değişmeyen her şeyde olduğu gibi cansız bir kabuğa evrilmekten ibarettir. Yani-oyunun yazıldığı dönemde bilinmese de veya kitabın kaleme alındığı yıllarda yeni yeni literatüre giriyor olsa da- her iki kahraman da bir nevi ‘Limerence’ halinden muzdariptir.
Günümüzde özgür ve açık fikirli dimağların bu tür hayli şekspiryen ve demode yaklaşımları benimsemeyeceği yanılgısına düşebiliriz. Oysa hala üçüncü sayfalarda aşk ve namus için öldürülenlerin haberlerini okuyoruz ve yarattığımız her tür eserde bir tür tutku ve saplantının izlerini görmek mümkün. Saplantı halinin eğitim ve sosyal statü ile ters orantılı olduğu fikri de son derece yanıltıcı olabilir. Zira özellikle çocuklukta travmaya maruz kalmış ve belirli gelişimsel bozuklukları olan her tür bireyin bu dengesizlik halini yaşaması ihtimal dahilindedir. Düşük benlik saygısı, bağlanma kaygısı, düşük benlik kavramı netliği, ait olma ihtiyacı, onay arama hedef yönelimi, sosyal fobi, sosyal etkileşim kaygısı ve akılda gezinme gibi sorunlar saplantılı aşka sebep olarak gösterilmektedir.
İstatistiklere göre dünyada ortalama ölüm yaşı erkekler için 69,8 ve kadınlar için 74,9 ile birkaç yıl daha yüksektir. 4.543 milyar yaşındaki bir gezegende sadece 70 yıl kadar yaşayabilen canlılar olarak sizce de bu toz parçası üzerindeki sorunlarımızı, hayallerimizi ve tutkularımızı fazla ciddiye almıyor muyuz? Belki de yataktan kalktığımız her gün Doris Day’in ünlü şarkısını hatırlayıp kalan zamanımızı mutlu ve zincirlerden bağımsız olarak geçirmeyi düşünmeliyiz. Ne demişti şarkı: “Bizim harcımız değil geleceği görmek/ Que sera sera/ Ne olacaksa olacaktır. Ne olacaksa olacaktır”...
Comentarios