‘’Benim iç hayatım meslek hayatıma uymaz. Meslek hayatım ne kadar modern ise iç hayatım o derece muhafazakardır. Bu da herhalde aldığım terbiyeden ileri geliyor.’’
İbrahim ÖZGÜR
16 Mayıs 1950 Akşam Gazetesi
Cumhuriyet’in ilk yılları… Fikri alanda modernleşmenin sanatsız olamayacağının düşünüldüğü 30’lu yılların Türkiye’si…
Daha önce alışılmadık ezgiler duyuluyor evlerden, pastanelerden caddelere yayılan gramofonların yankısında. Kemanın ve bandoneonun marş ezgilerini andıran ancak bir marş olamayacak kadar tutkulu bu ezgileri, ince kadın seslerinden geçerek balo salonlarını dolduruyor.
Tam o anda bir erkek sesi yükseliyor kadın egemenliğindeki tango müziğinin arasından.
İşte o isim İbrahim Özgür…
Lise yıllarımda izlediğim bir dönem dizisinin bir sahnesinde birkaç saniyeliğine duyduğum ve sonrasında yaşamımın her döneminde bana eşlik eden İbrahim Özgür’ün dokunaklı ve hisli sesi, döneminin kadın sanatçılarının arasından sıyrılmasını sağlamış ve böylelikle onu Türkiye’de tangonun ilk erkek sesi yapmıştır.
Yıllardır ne zaman konusunu açsam kimse onu tanımıyor. Hatta eserlerini bilen birini bile tanımadım hayatımda. Oysa nasıl olur? 1938’den 1959’a kadar çok dinlenen bir şarkıcı ve besteciydi. Bir insan bu kadar güzel eserler bıraktıktan sonra nasıl unutulur? İnsanların ortaya kalıcı eserler bırakmak için çabalamasının temel sebebi kalıcı olma isteği değil midir, diye sormadan edemiyorum.
Asıl ölüm, unutulmaktır. Dünya üzerinde bizi tanıyan son insan öldüğünde asıl o zaman ölmüş oluruz.
Hayatımın birçok döneminde bana besteleriyle, sesiyle eşlik eden bu adama duyduğum vefa borcunu onu anlatarak ödeyebileceğim inancındayım.
Bu yazıyı yazmaya başlamadan önce hakkında detaylı bir araştırma yapmak istedim ancak çok az bilgiye ulaşabildim. Ulaşabildiklerim iki A4 kâğıdı yaprağından öteye gidemedi. Tam anlamıyla unutulmaya yüz tutmuş…
1910 yılında Ayaspaşa, İstanbul’da doğmuş, savaştan kısa bir süre önce. Ailesi hakkında bir bilgi edinebilmiş değilim. İlk gençlik yıllarını geçirdiği dönemin İstanbul’unda Batı müziği ile ilgilenenler mürebbiye elinde büyüyen varlıklı ailelerin çocukları ya da Yahudi ve Hıristiyan azınlıklardı. Bunların dışında küçük bir kesim daha vardı. Orta halli ailelerin çocuklarından devlet eliyle donanımlı sanatçılar yetiştiren kurumlar. Bunlardan birinde eğitim aldı İbrahim Özgür: Harp Akademisi Mızıka Okulu
Ankara’da, bozkırın ortasında filizlenmeye başlayan genç cumhuriyetin heyecanı, yetiştirdiği binlerce sanatçıyla birlikte İbrahim Özgür’ü de sarmalamıştı. Hem de askeri bir bandoda. Müziğe ilk adımı olan saksafon ve klarnet öğrenimini Ankara Mızıka Okulu’nda tamamlamıştı.
Mezun olduktan sonra 1931 yılında, profesyonel çalışmalarını sürdürmek üzere İstanbul’a dönmüş, o dönemlerde söylemekten ziyade ileri Batı orkestrasyon tekniğini uyguladığı orkestrasını kurmakla meşgul olmuştu.
Yine aynı yıl kendi kurduğu orkestrasıyla, Beyrut’tan başlayarak, aralarında Hindistan, Endonezya ve Singapur gibi ülkelerin de yer aldığı Uzak Doğu turnesine çıkmıştı. 7 yıl sürmüştü bu turne. O dönemde çoğunlukla Hindistan’da yaşamış ve orkestrasında alto saksafoncu olarak yer almıştı. Belki de hayatının en unutulmaz günlerini bu turne esnasında yaşamıştı… Gerçek bir Hint prensesine âşık olan Özgür, en çok bilinen tangosu ‘’Mavi Kelebekler’’i bu Hint prensesi için bestelemişti.
‘’Bütün günah benim mi?
Niçin ben çekiyorum.’’ diyerek isyan ederken unutamadığı prensese
‘’İnan sevgili inan, bilerek çekiyorum.’’ demişti hemen arkasından, isyan etmeye bile kıyamadığı sevgilisi için Mavi Kelebekler’de…
Belki de bu yüzdendir, tangolarını seslendirdiğinde sesine yapışan hüzün ve özlem. İmkânsız aşkı, onda pişmanlık yaratmamış, aksine her konserinde sesiyle yaşatmaya çalıştığı bir hayal haline gelmişti.
Mavi Kelebekler’in ‘’Yalnız benim olsaydın’’ dizesi, Selim İleri’nin Beyoğlu’nu anlattığı bir romanına adını vermiştir.
Turneden döner dönmez yer aldığı müzik sektörünün işletme kısmına geçmiş olup, 1938 yılında Galatasaray’da Ateş Böcekleri Gece Kulübü’nü kurmuştu. Yine aynı yıl, ilk plağını çıkardı. Artan ilgi üzerine o yıllarda Galatasaray Postanesi’nde faaliyetini sürdüren İstanbul Radyosu’nda caz programları yapılmaya başlanmış; İbrahim Özgür ve Fazıl Abrak İstanbul Radyosu’nun ilk caz programını yapmışlardır.
Seslendirdiği eserlerin bestecisi olmasının yanı sıra, yoldaşı ve en yakın dostu Fehmi Ege’ydi.
6 Mart 1959 tarihli Hayat Mecmuası’nda İbrahim Özgür ile Fehmi Ege arasında geçen diyalog şöyledir:
“…İbrahim Özgür, Fehmi Ege ile göz göze geldi. Duvarda saksafonun yanında asılı duran bir banka takviminin son yaprağı 10 Şubat 1959 tarihini gösteriyordu. Fehmiciğim, diye sözüne devam etti. 49 yaşındayım, ömrümün üçte ikisi gitti sayılır. Müzik hayatımın ise otuzuncu yılını yaşıyorum. Şöyle bir yurt dışına çıkmak istiyorum. Yıllar önce orkestramı almış, Güney Asya ülkelerinde konserler vermiştim. Hindistan’a bahar erken geliyor. Orada ne erken açan çiçekler ne de vakitsiz âşık olan insanlar aldanmıyor. Oysa, ben memleketimde vakitsiz âşık oldum galiba! Ama yine de sevdiğim kadını, o gerçek prensesi ömrümün sonuna kadar unutmayacağım.
Fehmi Ege ayağa kalktı: “İbrahim bana müsaade, çocuğumun doğum günü yaklaşıyor, karanfil göndermeyi unutma”. 13 Şubat 1959 günkü gazeteler, İbrahim Özgür’ün 11 Şubat gecesi bekâr odasında kalp sektesinden öldüğünü yazıyorlardı. Büfenin üzerinde bir demet karanfil bulunmuştu. Üzerindeki kartta “Çok sevgili dostum Fehmi’nin biricik oğlu Engin’e'' yazılıydı...
Yalnız yaşadığından, ölümü çok sonra fark edilmiştir İbrahim Özgür’ün. O, yıllardır seslendirdiği Son Nefes tangosu gibi ölmüştür. Ölümünden bir gün öncesinde bile sevdiği kadını anmış, son arzusu bu olmuştur.
‘’Son arzuyu söyler bu ses,
Çünkü bu son nefes’’
Comentarios