top of page

RENKLİ BİR SANAT


 

Sanat "yeni olandan" bağımsız düşünülemez. Sinemada da yeni olan her şey kucaklanır. İnsanlara yeni, farklı, marjinal bir şeyler izletebilmek için uğraşan, kurguyla ya da açılarla oynayan pek çok yönetmen sayabiliriz.


Renk için de böyle başladı her şey. Daha renkli fotoğraflar çıkmadan filmleri renklendirme çabası başladı. Filmlerini kare kare boyayan yönetmenler oldu. Renk istiyordu yönetmenler, gerçeği yakalamak istiyordu. Bu sayede sinemaya rengin gelişi çok geç olmadı. Fakat bu tarz bir renklendirme bize iyi bir görüntü sağlamıyordu ve istenilen gerçekçi görüntüyü yaratmıyordu. Yine de seyirciyi yakalaması açısından önemliydi. O zamanlar seyirci için belki de travma etkisi yaratan renkli sinemaydı. Bunu, şimdilerde nadiren çekilen siyah beyaz filmlerin bizim üzerimizde yarattığı o değişik etkiyle mukayese edilebiliriz.


Teknolojik olanaklarla sinemaya renk geldiğinde sinematografik değerlerden yoksun filmler üretilmesi, eleştirmenlerin renk kullanımına pek de sıcak bakmamasına yol açmıştı. Üzerinden biraz zaman geçtikten sonra rengin poetik, dramatik ve sinematografik değeri su yüzüne çıkmaya başladı. Günümüzde renk sinemanın önemli bir parçası durumunda. Yönetmenler etkiyi daha da güçlendirebilmek için renk üzerine özel olarak yoğunlaşıyorlar. Wes Anderson ve Pedro Almodovar bana kalırsa rengi üst düzey kullanan sinemacılardan yalnızca ikisi. Bu iki yönetmenin renkleri kullanım biçiminin farklı olduğunu belirtmek isterim. Wes Anderson, filmin genelini kapsayacak bir renk uyumu ile çalışıyor. Doygun ve yerine göre kullandığı canlı renkler bize Anderson filmi izlediğimizi fısıldıyor. Almadovar ise renkleri daha şiirsel ve estetik anlamda etki yaratmak amacıyla filmin üzerine serpiştiriyor.


Renk; parlaklığı, doygunluğu ve tonu olmak üzere üçe ayrılıyor. Bu ayrım sayesinde filmlerde renk kullanımının nasıl olduğunu anlayabilmek seyirciyi bir adım ileriye taşıyor. Rengin doygunluğunu, solgunluğunu, ne kadar ışık aldığını ya da lacivertin mi yoksa bebe mavisinin mi kullanılmış olduğunu anlamak dramatik etkiyi yakalamamızı sağlıyor.


Bütün renkler farklı bir anlam taşıyor ve kullanıldığı yere göre çeşitli etkiler yaratıyor. Her ne kadar genel anlamda renkler üzerinden bazı çıkarımlara erişsek de, ben bunun çok dikkatli yapılması taraftarıyım. Şimdi de gelelim örneklere... Kırmızı, aşkı veya duygu yoğunluğunu temsil ederken aynı zamanda hırçınlığı, nefreti, intikamı, coşkunluğu da temsil edebilir. Xavier Dolan’nın çektiği Laurence Anyways (2012) filminde iki aşık buluştuğunda havaya savrulan paltonun astarı kırmızıdır ve yönetmen ağır çekimle o kırmızıya odaklanmamızı sağlar. David Fincher’ın Seven (1995) filminde ise seri katili oynayan Kevin Spacey’nin giydiği kıyafet kırmızıdır. Tonlardan da farklı çıkarımlarda bulunabiliriz. Koyu tonlardaki yeşil renk doğayı ve yaşamı temsil ederken, yeşilin açık tonları ölümü veya hastalığı anlatmak için kullanılabilir. Coen Kardeşlerin The Ballad Of Buster Scruggs (2018) filminin All Gold Canyon bölümündeki yeşil bize doğanın dinginliğini ve huzurunu anlatıyor. Ancak Stanley Kubrick’in 2001: A Space Odyssey (1968) filminde ölüm döşeğindeki adamın yatağı ise soluk tonlarda bir yeşildi.


Buradan da Alim Şerif Onaran’nın resimsel, tarihsel, sembolik ve psikolojik olmak üzere dört grupta incelediği renkler konusuna giriş yapmış olduk aslında. Renklerin temsil ettiği duygular ve bunun insanlar üzerindeki ruhsal etkileri, filmi çok farklı bir noktaya taşıyabilir. Bu dört grubun da film için önemi büyüktür. Vermiş olduğum örneklerin birkaçı da sembolik etki ile oluşturulmuş filmlerdir ve bence sembolik etki diğerlerine göre daha kıymetli bir yerdedir. Sahnenin ya da planın mevcut duygusunu veya yaratmak istediği etkiyi tespit edip üzerinde çalışmak yüksek gayret ister. Tam da sinema tutkunu insanların içine girmek isteyeceği türden bir ayrıntı, değil mi? Yine de bununla beraber diğerlerini görmezden gelmek hataya düşmektir. Filmin geniş çapta yaratılan karakteri, geçtiği dönem ve seyirci üzerinde yaratılmak istenen etkisi sırasıyla resimsel, tarihsel ve psikolojik renk kullanımına sıkı sıkıya bağlıdır. Tarihsel ve resimsel renk kullanımı çoğumuzun aklına bir film getirebilir. Psikolojik renge bir örnek vermem gerekirse The Shining (1980) filmindeki turuncu halının yarattığı gerginlik derim size. Turuncu coşkunluğuyla ve harekete geçirme etkisiyle meşhur bir renk olmasına rağmen Kubrick bu rengi çok farklı şekilde kullanmış ve alışagelmiş kalıpların dışına çıkıp seyirciyi tepetaklak etmiştir.


Şöyle bir baktığımız zaman renk öğesi sinemanın küçük ama aynı zamanda da önemli bir parçası. Zaten tuhaftır ki sinemayı bölüp ayırdığımızda küçük ayrıntıların büyük etkilerini görüyoruz. Bu özellik de sinemayı diğer sanatlardan farklı bir yere koyuyor. Her sanat eseri detaydan oluşur ama sinemada detaylar daha yoğundur. 😊

Bình luận


bottom of page