Gündemimiz haftalardır Christopher Nolan’ın talihsiz güzellemesi Oppenheimer ile hayli meşgul. Bu yapımın hak ettiğinden fazla ilgi gördüğünü düşünenlerden biri olarak öncelikle filmin odağına aldığı ve hayli taraflı bir şekilde kahramanlık payesine layık gördüğü Oppenheimer’dan biraz bahsetmek istiyorum.
Manhattan Projesi'nin direktörü Julius Robert Oppenheimer Almanya'dan gelen Yahudi göçmeni bir ailenin çocuğu olarak New York'ta doğdu. 1925 yılında Harvard Üniversitesinden kimya alanında lisans derecesi ve 1927 yılında Almanya'daki Göttingen Üniversitesinden fizik alanında doktora derecesi aldı. Başka kurumlardaki araştırmalarının ardından Berkeley'deki Kaliforniya Üniversitesinin fizik bölümüne katıldı ve 1936'da profesör oldu. Moleküler dalga fonksiyonları için Born-Oppenheimer yaklaşımı, elektron ve pozitron teorisi üzerine çalışmalar, nükleer füzyonda Oppenheimer-Phillips süreci ve kuantum tünellemesinin ilk tahmini gibi kuantum mekaniği ve nükleer fizikteki gelişmeler dahil olmak üzere teorik fiziğe önemli katkılarda bulundu. Öğrencileriyle birlikte nötron yıldızları ve kara delikler teorisine, kuantum alan teorisine ve kozmik ışınların etkileşimlerine de katkılar sunmuştur.
1942’de dahil olduğu Atom Bombası projesi, sadece Japonya değil, Amerika’da da halen birçok insanın hayatını etkileyen sonuçlarıyla can almaya devam ediyor. En son söylemem gerekeni en başta söyleyeyim : ‘Atom Bombasının Babası’’nın, denemeler başarılı olduğunda Mahabbarata’dan alıntı yapabilecek kadar şişkin bir egoya sahip, aslında Nolan tarafından tasvir edildiğinin aksine hiç de karmaşık olmayan, sadece hırs ve kendini ispatlama tutkusuyla yanıp tutuşan şöhret sarhoşu bir bilim insanı olduğu bu tarafsızlığını korumakta güçlük çeken kasidede bile hissedilebiliyor.
Mamafih, Oppie, ABD’nin atom bombasını bir an önce yapmasını salık veren bir mektup kaleme alan Einstein ve Leό Szilárd ‘ın aksine, bu tür bir silahın tüm insanlığı etkileyebileceği öngörüsünden yoksun, yarattığı gücün ‘nasıl kullanılacağına karar veremeyeceği’ gibi beylik bir bahanenin arkasına saklanan bir karakter. Fakat kendisini tanrılarla özdeşeltirmekten geri kalmayan bu 'kahraman' her nasılsa Dünyayı yok edebilecek nükleer reaksiyon olasılığını kendince ciddiye alabilen biri. Yine de sadece Hiroşima ve Nagazaki’de değil, denemelerin yapıldığı New Mexico başta olmak üzere Arizona, Nevada, Oregon ve Idaho gibi Amerikan şehirlerinde de etkilerin hala görüldüğü göz önüne alındığında, savaş sonrası hissettiği suçluluğun son derece yetersiz ve inandırıcı olmaktan uzak olduğu söylenebilir. Ulusal Sağlık Komitesi’nin araştırmasına göre patlama, bölgede yaşayan 30.000 kişinin çoğunda nadir görülen kanser türlerine neden olmuştur. Bu insanların çoğu Oppenheimer’ın Truman ile görüşmesinde -kendisine “Los Alamos’u kullanmayalım da ne yapalım?” sorusu yöneltildiğinde “Kızılderililere geri verin” diye cevap verirken- söz ettiği yerli halklardır. Ve aslına bakılırsa bu nevi bir gücün etkilerini de meselektaşlarının tüm uyrarılarına rağmen yeterince araştırmamıştır. Görüleceği üzere Oppenheimer’ın tanrı kompleksi bulaşmış portresi Nolan’ın yaşananları sansürlemeye meyilli kurgusundan bile taşmaktadır.
Kai Bird ve Martin J. Sherwin'in 2005 tarihli Oppenheimer biyografisinden uyarlanan American Prometheus: J. Robert Oppenheimer filminin, Los Alamos'un yaratılması sırasında öne çıkan bilimsel anları içerdiği ve sürekli olarak genel bir klinik sunuma döndüğü teknik olarak doğru olsa da, ana hikaye bombanın hikayesi değildir. Los Alamos, üç ana hikayenin anlatıldığı zemindir - romantik hayatı ve ilişkileri, savaş sonrası düşmanların sözde ‘kahramanın’ güvenlik iznini iptal ettirme girişimleri ve hatta Lewis Strauss'un Kongre adaylığının tartışıldığı daha sonraki bir dönem anlatının önemli unsurlarıdır. Strauss’un başkanlık kabinesi pozisyonu için yaptığı kulis çalışmaları ve Oppenheimer ile işbirliği ve çatışma geçmişi filmin asıl odak noktasıdır.
Dikkatli seyirciler filmde kadınların mantıksız, histrerik, akıl hastası veya sevgili Oppiemizin maruz kaldığı talep ve baskıları takdir etmekten aciz olarak tasvir edildiklerini ve bilim insanının romantik veya cinsel ilişkilerine çok fazla ekran zamanı ayrıldığı konusunda hemfikir olacaklardır. Film, “Dehalar her zaman akıllı olmazlar” sözleriyle pamuklara sarmaya çalıştığı, mazur görme eğiliminde olduğu Oppie’nin aksine, ikincil karakterler konusunda son derece kaypak bir tavır sergiler. Örneğin Oppenheimer’a romantik ilgileri veya onunla ilişkileri olmayan birkaç kadın hakkında çok az şey söyler veya onları büyük adamın kargaşasına ve daha karmaşık, ciddi düşüncelerine ve yüklerine kıyasla saf veya aşırı basit olarak çerçevelenmiş pozisyonlar ve iddialar sunmaya alışkın bireyler olarak tasvir eder. Ya da Rami Malek’in canlandırdığı komployu gözler önüne seren David L. Hill karakteri, ya da Alden Ehrenreich’ın canlandırdığı Strauss’a son anda haddini bildiren isimsiz senato yardımcısı, Danimarkalı nobel ödüllü fizikçi Niels Bohr (Kenneth Branagh),bir o kadar önemli bir bilim insanı Isidor Rabi, Ernest Lawrence (Josh Hartnett), Leslie Groves(Matt Damon) gibi olaylarda kilit rol üstlenen figürlere çok az yer verir. Bu nedenle filmin bir yıldızlar geçidi olması bir noktadan sonra anlamsız gelmeye başlar.
Yapım, kurgusu itibariyle bir tür kolaj oluşturmak için hayatından olayları derleyen bir dizi "bu oldu ve sonra şu oldu" sahneleri hissi yaratır, parçalar daha sonra rastgele sıralanan ve birbiriyle yarışan hikayelere karışır, hepsi farklı şekillerde temsil edilir: daha modern anlar siyah beyaz, geleneksel "dramatik dönem parçası" tarzında daha eski olaylar ve orta dönem olayları, 1960'ların veya 1970'lerin haber filmlerinin daha sade, neredeyse cızırtılı bir tasviri şeklinde verilir.
Filmin en çarpıcı yanlarından biri de Alman Biyolog Kitty Oppenheimer’ın cinsiyetçi bir tavırla betimlenmesidir. Kitty'nin karakteri, o dönemde kadınlara sağlanan sınırlı fırsatlarla, ev işleri ve izolasyonla karşılaştığı mücadelelere rağmen iğnelenir. Emily Blunt'ın göze çarpan performansı, Kitty'nin özünü yakalayarak, Oppenheimer'ın eylemlerini yeniden çerçeveleyen ve şehit kompleksiyle yüzleşen etkili dizeler sunar. Buna rağmen Nolan’ın bakış açısının künt ve düşmanca tasvirinden kurtulamaz. Çocuğundan ‘velet’ ifadesiyle bahseden, bakıma muhtaç bir bebeğe ilgi ve özen göstermeyen “bencil ve korkunç” bir birey addedilir. Bunun yanı sıra Oppenheimer’ın komünist olduğu gerekçesiyle görüşmekten imtina ettiği sevgilisi Jean Tatlock da depresif ve bağımlı bir kişilik olarak tasvir edilir.
Bütün bunları göz önüne aldığımızda Nolan’ın ‘atom bombasının babası’ olarak anılmanın onur verici olduğunu lanse etmesi, ya da insanlığa faydası olmuş ve bunun için işkence görmüş Prometheus figürünü, neredeyse insanlığın felaketine önayak olan bir şahısla bağdaştırmış olması şaşırtıcı değildir.
Belki de Nolan’ın buradaki girişimi, ‘dehanın’ hikayesini, zaman çizelgelerini karıştırmak ve tahmin edilemeyecek şekilde atlamak, değişken ve zıt renkler, basit klasik film yapım yaklaşımları kullanmak, fotografik görüntü yakalamak, özellikle ilk perdede ve daha sonra bombayla ilgili birkaç doruğa ulaşan sekans sırasında ses ve kurgu yöntemleri arasında geçiş yapmak ve bazen senkronize diğer zamanlarda rastgele birleşen ve ayrılan hikayelerle deneysel bir tür yaratmak gibi görülebilir. Ancak bunca karmaşa sırasında gözden kaçan bazı gerçekleri hatırladığımızda tüm bu dikkat dağıtma yöntemlerinin gerçeği indirgemekle ilgili kasıtlı birer seçim olduğunu anlayabiliriz: 1945'in sonuna kadar Hiroşima'da atom bombası saldırısından dolayı yaklaşık 140.000, Nagasaki'de ise 80.000 kişi ölmüştür. 2007'de, Nagasaki belediyesinin resmi sitesine göre, o an öldürülen veya daha sonra atom bombasının etkisiyle ölenlerin toplam sayısı 143.124'e ulaşmıştır. ABD önceden Japonların hayat ve hareket tarzlarını araştırarak onların en çok dışarıda oldukları saati saptamış ve saldırı saatini sabah 08.15 olarak kararlaştırmıştır.
Bombalama sonrası “Keşke Almanlarda kullanabilseydik” nidalarıyla (o dönem Cumhuriyetçiler tarafından pek alkışlanan) uktesini dile getiren Oppenheimer’ın savaş sonrası depresyona girdiği anlatısına inanmamızı güçleştiren bir konu da, güvenlik izninin geri verilmesi için yürüttüğü ısrarlı mücadeledir. Filmin Strauss’un komplosunda dahil olduğunu belirttiği Roger Robb adlı savcının ifade ettiği üzere Oppie’nin tek dileği sahalara dönmek ve bu sefer de Hidrojen Bombası musibetinde başrol oynamaktır. Kaldı ki, Oppenheimer bu talebinde ısrarcı olmasaydı, günahlarını bir keçiye yüklemeyi seçen Amerikan bürokrasisinin itibar suikastine de maruz kalmazdı. Lafı gelmişken söylemekte fayda var: McCarthy dönemine denk gelen süreçte, Oppenheimer (o zaman en olağan ve en yaygın suçlama buydu) üzere komünist olmakla suçlanmıştır. Ki bu suçlama son derece kapitalist hırsları olduğu belgelenen fizikçi için bile bir alay konusu olmalı.
Bu açıdan bakıldığında filmin de farklı sebeplerle de olsa beyan etmekten çekinmediği üzere, “Bu mızmızı buraya bir daha almayın” diye gürleyen Harry Truman haklıdır ve bizler de bilimin insanlık adına olumlu adımlar atmak üzere kullanılmasının önemini anlamalı ve hırs ve egolarının Dünyanın bekasından daha önemli olduğu kanısındaki 'dahi' akılsızlara geçit vermemeliyiz. Kendimize sormalıyız: “Oppenheimer(lar)ı nasıl biliriz?”
Comments