Aslında bakarsanız onu çok iyi tanımıyorum. En sevdiği mevsim nedir, Enez’de güneşlenmekten mi, düşen karları izlemekten mi keyif alır? Bilmiyorum. Çay mı içer sabahları Selimiye’yi izlerken, işe gitmeden alelacele kahvesini mi içer? Bilmiyorum. Neler geçti başından, nasıl tutundu hayata, bizi karşılaştıran neydi? İnanın hiçbirini bilmiyorum ama anlatıyorum işte. Tüm engellerine rağmen ne kadar iyi bir rehber olduğunu kulaktan dolma hikayelerle birbirine caka satan hocalardan daha iyi tarih bildiğini çok iyi biliyorum. Ama onu ilk gördüğüm anı nasıl tarif etsem? Bilemiyorum. Gelen ziyaretçileri için molasından, yemeğinden, ilaçlarından kendinden feragat ederken içi içine sığmıyordu. Kim olduğunuzun da hiçbir önemi yoktu onun için. Hatta yolu buraya düşen kedileri bile kucaklayıp üşenmeden gezdirdiğini ezberinden bir iki şiir okuduğunu söylediler. Misafirlerini nasıl karşıladığını anlatmaya çalışırken lügatim çaresiz kalıyor.
Tarif edebileceğim tek şey bugüne dek yaşadığım metropol hayatını başından sonuna sorgulattığı… Alıştığım “müreffeh” düzenimin şişirilmiş bir balondan ibaret olduğunu, rahatlık sandığım dünyanın gitgide toplumdışı ruh hapsi haline gelmesi ve bu farkındalığa ulaştığımda yaşadığım şokla distopik çukurdan nasıl kaçmaya çalıştığımı çok iyi biliyorum. Bir de gözlerini çok iyi biliyorum, modern zamanların engin denizlerine açılan büyülü bir kapı; şairin “göğe bakalım” derken izlediği gökyüzünün nadir bir parçası. En zaliminin içinde bile iyilik tesiri bırakacak, yavaş yavaş içine sinecek, etkileyecek, sihirleyecek aklını başından alacak bir rüya bu. Tüm egosuyla kapıdan sığmayan misafirlerini dahi tatlı dil - yılan misali gözleriyle hipnotize ederken konuşmaya başlayınca gülümsetiyordu herkesi.
“Merabayın, oj geldiniz safalar getirdiniz.”
Tüm avluyu gezene kadar gölgeniz oluyor desem sanırım abartmış sayılmam. Binanın mimarisini, işlevini anlatmaktan çok empati kuruyor tarihle. Anlatırken yaşıyor, yaşatıyor. O rehberlik ederken Osmanlı’nın en büyük tıp okulunu gezmek toplamda 15 dakika sürmüyor ama yetmiyor da sanki müze kapısından değil portaldan geçiriyor, tıp okulunda değil Darüşşifa’da gibi hissettiriyor. Müzenin tavus kuşları da tüm güzelliğini sergileyerek masalın büyüsünü perçinliyor adeta. Gezinin sonuna yaklaşıp portaldan çıkarken ilginç bir ağaca rastladım sanki hastaymış da iyileşmiş gibiydi. Sarılsam kollarımı birleştiremeyeceğim gövdesini -sanki yaralarını sarmış gibi- bir sarmaşık kaplamıştı.
Sormaya yeltendiğimde sanırım yüzümden okunmuş olacak hafif aksayarak yanıma geldi.
“ İşte en sevdiğim kısım. ”
Ardından çocuksu yüzünü ciddiyet bürüdü. Havanın karardığını hissettim ama gözlerini yumduğundan mı, geçen zamana aşina olmadığım için mi? Bilmiyorum, veda vakti insafsızca gelip çatmıştı. Dudaklarından dökülen şiiri dinlerken ruhumun bir parçasının bölüp bu ana demirlemek istedim.
Ağaçla Sarmaşık
Burada, bu eski Darüşşifa’da
Birbirine âşık iki genç varmış.
Kızın bulunduğu yer loş bir oda,
Oğlanın kaldığı yer daha darmış.
Her sabah avluda buluşurlarmış,
Doluncaya kadar bir kum saati,
Kızın etrafını periler sarmış,
Oğlanın altında bir sihir atı.
Nihayet bir zaman gelmiş, sıhhati
Düzelmiş bu iki sevdalı gencin
Bir anda kaybolmuş hayatın tadı,
Meğer saadetmiş bu onlar için.
Son defa yan yana gelmiş ikisi,
And içmiş bir daha ayrılmamaya;
Kandırıp bu iki âşık herkesi,
Yeniden girmişler Darüşşifa’ya
En sonda acımış onlara Hızır,
Yaptığı bir iksir varmış kendinin,
Uyuduğu zaman Başhekim, Nazır
İlacına katmış her ikisinin.
İçince iksirden bu iki âşık,
Dünyası değişmiş her iki canın,
Kız bir ağaç olmuş, oğlan sarmaşık,
Issız bahçesinde Darüşşifa’nın.
Ahmet Kutsi Tecer 1957
ความคิดเห็น