Biyolog ve teorisyen Stuart A. Kauffman, “Reinventing the Sacred: A New view of Science, Reason and Religion”(2008) adlı kitabında “Beyinlerimiz, propaganda yapan bir organizasyon aracılığıyla karmaşıklığı artan bir dünyayı anlamak için evrildi. Din, bir şeylerin nasıl olduğundan çok neden olduğunu açıklayan bir dizi anlatıyı içerir. Tanrılar başlangıçta, uygun davranış kuralları oluşturmak ve kaybedilen şeyler için teselli sağlamak amacıyla, bir yandan da öngörülemeyen şeylerin bir sebebi olarak icat edildi. İnsanlar bu tür anlatılara derinden ihtiyaç duyarlar ve bu yoksunluk başka bir şekilde giderilemez. Zihin, kendi tanrılarını yaratmalı ve onları kutsal tutmalıdır.” diye yazmıştı. Bu ifade, psikoloji, antropoloji, sosyoloji, felsefe gibi beşeri ve biyoloji, nöroloji gibi fen bilimlerinin ve nöro-psikoloji gibi arada kalan dalların kesiştiği noktayı dile getirerek farklı araştırmalara esin kaynağı olmuştur. Öyle ki, geçtiğimiz yıllarda ilginç bir araştırma, dini aktivitelerin seks ve uyuşturucularla aynı beyin devrelerini harekete geçirdiğini ileri sürdü. Araştırmacılar, yoğun dini tecrübe anlarının, akumbens çekirdeği adı verilen beyin bölgesindeki güçlü aktivitelerle gözlemlendiğini belirttiler. Utah Üniversitesi’nde yapılan çalışmaya göre, beynin ödül devresinin bir parçası olarak bu alan, büyük ölçüde seks, müzik, gıda ve uyuşturucular gibi uyaranlara yanıt olarak zevk duyguları üretiyor. Bu durumu, Marx’ın “Din, halkların afyonudur.” sözünün bilimsel kanıtı olarak görenlerin yanı sıra, bu fikre şiddetle karşı çıkanlar da var. Örneğin muhafazakar yazarlardan Rebecca Coulson, “Kitlelerin afyonu din değil- ideolojidir.” diye yazmıştı; sağ görüşlü sosyolog ve siyaset bilimci Raymond Aron “The Opium of The Intellectuals” (Entellektüellerin Afyonu) adlı kitabında savaş sonrası Fransa’da Marxizmin entellektüellerin afyonu olduğunu savunmuştu. Bu yazıda uzun zamandır süregelen bu tartışmadan ziyade, 20.yy’ın ünlü filozoflarından Louis Althusser’ın Devletin İdeolojik Aygıtlarına ve bunun inancın dışa vurumunu, yaşanılma şeklini nasıl belirlediğine dair hayli dikkat çekici bir örnek olan Monty Python yapımı Life Of Brian (1979)’a değineceğiz.
Life of Brian’ın baş kahramanı Brian Cohen, İsa’nın doğduğu ahırın yan tarafındaki komşu ahırda doğar. Yahudilerin yeni kralını kutsamak için gelen bilge adamların yanılmasının sebebi de budur. Verdikleri hediyeleri hunharca geri alıp anneyi kabaca iteleyerek ve hatta yüzüne tükürerek asıl hedeflerine yönelirler. Ne de olsa ‘imanlı olmak’ onlar için insanları sevmek, gözetmek ve yardımlaşmak değildir, sadece ‘kutsala biat etmek’tir. Bu nedenle biat etme fırsatını (adeta ayrıcalık edinmek için ya da cennete giden bilet için bir rüşvet gibi) hediyeyi yanlış bir yere vererek harcamak kabul edilemezdir. Yıllar geçer ve Brian, Yahudi topraklarının Romalılarca işgaline son derece içerlemiş idealist bir genç adama dönüşür. İsa’nın dağdaki vaazına katılan Brian, burada gördüğü genç ve asi Judith'e kapılmaya başlar. Judith’e olan duyguları ve Romalılara karşı nefreti onu birçok çarpıcı ve çekişmeli bağımsızlık hareketinden biri olan “Yahudi Halkın Cephesi” hareketine katılmaya iter.
Bu noktada film, aktör Michael Palin’in de belirttiği gibi “hikayedeki çeşitli ayrılıkçı grupların, anlaşılması güç ve asla hatırlayamadıkları kısaltma isimleri ve çelişkili gündemleri” olan modern direniş gruplarını model aldığını vurgulamak için bir dizi çarpıcı örneğe başvurur:
Yahudi Halkın Cephesi, ‘rakiplerini’ “bölücüler” nidalarıyla yerer ve Yahudilerin Halk Cephesi, Galileo’ya Özgürlük Hareketi ve tek bir yaşlı adamdan ibaret olan (Troçkist fraksiyonların parodisi olarak) Yahudi Halkının Popüler Cephesi’ne şiddetle karşı çıkarlar. Devrimci örgütler arasındaki iç çatışma, Yahudi Halkın Cephesi, Pontius Pilate'nin eşini kaçırmaya çalışırken, Galileo’ya Özgürlük militanlarıyla karşılaştığında en çarpıcı biçimde açığa çıkar ve iki grup, hangisinin planı daha önce tasarladığı üzerine şiddetli bir kavgaya tutuşur. Brian, "ortak düşmana karşı" mücadele etmeleri, birbirleriyle savaşmayı kesmeleri için yalvarır, devrimciler durup hep birlikte "Yahudilerin Cephesi!" diye bağırırlar. Gelgelelim, kısa bir aradan sonra iki Romalı lejyonerin şaşkın bakışları arasında dövüşmeye yeniden başlarlar; ve geride sadece Brian kalana dek de birbirleriyle savaşmaya devam ederler. Diğer sahnelerde özgürlük savaşçıları tartışarak zaman kaybederken görülürler; ki tartışma konularından biri de çok fazla tartışarak zaman kaybetmemeleri gerektiğidir.
Film, bir türlü somut bir amaç etrafında toplanmayı başaramayan ve hiçbir olayda basiret gösteremeyen çeşitli örgütlerin varlığıyla 1970’lerin sol kanat politikasına atıf yapar. İngiliz yazar Roger Wilmut’un da dediği gibi “Filmin yaptığı şey, özellikle sendika üyeleri ve gerilla organizasyonlarını, modern stereotipleri, bir dizi keskin kazıya girişmesine izin veren tarihi dekora yerleştirmektir.” Filmdeki tüm gruplar Roma işgaline karşıdır ancak öyle görünüyor ki, fraksiyonlar arasındaki yoğun rekabete kapılma gafletine düşerler; dışarıdan bakan biri için gözle görülemeyecek kadar küçük ideolojik ayrımlar, küçük farklılıkların hayat verdiği narsisizm fenomenini tasvir eder.
Brian kendisine verilen duvara slogan yazma görevini yerine getirmeye çalışırken Romalı bir komutana yakalanır ve yine son derece ironik ve uzun bir gramer dersi aldıktan sonra askerlerin dikkatinin dağıldığı bir anda kaçmaya başlar. Ve askerlerden kaçmaya başladığı noktada sokakta vaaz veren sofuları fark eder. Kendisi de bir kayanın üzerine çıkıp daha önce İsa'dan duyduğu bazı şeyleri tekrarlar ve küçük ama ilgili bir seyirciyi çabucak çeker. Gardiyanlar bir kez ayrıldıktan sonra, Brian, bu olayı geride bırakmaya çalışır, ama istemeden bir harekete ilham vermiştir.
Brian’ın yanından ayrılmayan tek kişi Judith’dir. İkili geceyi birlikte geçirirler ve sabah, Brian çıplak ve uyku mahmuru şekilde perdeleri açınca annesinin evinin dışında büyük bir kalabalık toplandığını görür. Herkes ondan Mesih olduğunu ilan etmesini beklemektedir. Brian’ın annesi kalabalığa “O Mesih değil. O gerçekten yaramaz bir çocuk, Burada Mesih falan yok, evet bir dağınıklık var ama Mesih yok” diyerek itiraz eder. Kalabalığın dağılmasına yönelik tüm çabaları boşa çıkar. Dahası, Brian onlara hitap ettiğinde, düşüncelerini değiştiremeyeceğini anlar.
Brian: ...Lütfen dinler misiniz? Ben Mesih değilim! Anlıyor musunuz? Gerçekten!
Kadın: Sadece gerçek Mesih kutsiyetini reddeder!
Brian: Ne? Peki bu bana ne gibi bir avantaj sağlayacak? Pekala, Ben Mesih’im!
Kalabalık: Evet o! O Mesih!
Brian: Şimdi defolun gidin! [Sessizlik]
Arthur: Nasıl defolup gidelim Lordum?
Brian: Ah, sadece defolun gidin! Beni yalnız bırakın!
Bu şakadaki gerçek şudur: Bir birey olmak için, insanın her şeye ve herkese meydan okuması gerekir. Birinin hayatının anlamını belirleme özgürlüğü, bir hayat felsefesini dayatan herkese ya da gruba direnmekte veya onları bütünüyle reddetmekte yatar. Life Of Brian’da diğer insanlar bu anlama ulaşma yolunda birer engeldir; ve birey[Brian] kendi varlığında anlam ararken hüsrana uğrar. Film bu noktada, varoluşçu felsefe, din ve ideolojik bakış açısı arasında bir köprü kurar. Ve, muhalif grupların militarist yaklaşımıyla, sözde mesih Brian’ın müritlerinin tutumları ve bilinçsizce inanma yönelimleri arasında bir paralellik olduğunu gösterir. Ki bu da, filmin ideolojik bağlılıkla dini adanmışlığı aynı çerçeveye alışının-ikisinin de aynı tür bir sarhoşluğa neden olduğunu vurgulayışının-belirtisidir.
Talihsiz Brian, istenmeyen müritlerinden kurtulamaz. İnsanlar, hasta bedenlerini üzerine fırlatarak, mucizevi çareler ve ilahi sırlar talep ederler. Hiçbir mucize olmadığı halde kendilerini iyileşmiş, ruhlarını kurtulmuş sayarlar ve hatta Brian’ın kaçarken yerinden ettiği yaşlı meczubu bile (Brian’ın mesih olmadığını söylediği için) linç ederler. Film bu noktada yazının başında bahsettiğimiz “yaratma ve kutsal tutma” tavrının hem Brian ı mesih ilan etmeye hevesli sofular hem de ideolojik gruplar için geçerli olduğunu vurgular.
Brian kaçıp uzun süre saklandıktan sonra, nihayetinde Romalılar tarafından yakalanır ve ümitsizce çarmıha gerileceği günü beklemeye başlar. Bu arada, başka bir dev kalabalık sarayın dışında toplanır. Pontius Pilate, insanlara bağışlanacak kişiyi seçme şansı vererek devrim hissini bastırmaya çalışır. Her nasılsa kalabalık, Pilate’nin ‘r’leri söyleyemeyişini tiye alarak içinde “r” olan isimler haykırmaya başlar. Nihayetinde Judith kalabalığın içinden sıyrılır ve Brian’ın serbest bırakılmasını ister. Pilate bu isteği kabul eder. Askerler emri yerine getirmek için geldiklerinde, Spartacus filminin finalini parodileştiren sahnede çarmıha gerilen herkes “Nasıralı Brian” olduğunu iddia eder. Ve sonuçta yanlış adam serbest bırakılır. Brian’ın cezasının ertelenmesine dair istekler reddedilir ve “müttefikleri” annesi ve Judith de dahil, “asil özgürlük savaşçısını” neden terk ettiklerini açıklamak için bir adım öne çıkarlar. “Yahudilerin Halk Cephesi” (Halkın Yahudi Cephesi ile karıştırılmasın) inden bir intihar bölüğü Romalılara karşı harekete geçtiğinde yeni bir umut doğmuş gibi olur ancak onlar da protesto düzenlediklerinden, Brian’ı ya da diğerlerini kurtarmaya çalışmak yerine toplu intihar eylemi gerçekleştirirler. Nihayetinde aşk ve özgürlük gibi iyimser ve aydınlık düşüncelerle yola çıkmış olan Brian, garip tesadüfler sonucu kendisini hak etmediği bir durumda bulur. Ve ne yazık ki ne ‘cephe’ den arkadaşları ne de ‘müritleri’ tarafından gerçekten anlaşılabilmiştir. Martin Heidegger’in dediği gibi: “ İnsan hiçbir neden yokken bu dünyaya özsüz bir şekilde fırlatılmıştır ve yine nedensiz bir şekilde ölecektir.”
Acılı ve uzun bir ölüme mahkum olan Brian ve yanındakiler, ruhları göğe yükselirken hep bir ağızdan “Her zaman yaşamın aydınlık yüzüne bakın” şarkısını söylemeye başlarlar. Absürtlüğün, yeni ve anlamlı bir varoluşa giden bir yol olarak tanınması ve kabul görmesi durumu finaldeki bu “Always Look On the Bright Side of Life” şarkısında ifade edilir. Çarmıha gerilerek ölüme mahkum edilmiş, annesinin reddettiği, “For He’s a Jolly Good Fellow,” şarkısını söyleyen Yahudi Halkın Cephesi tarafından şölenle onurlandırılan ve Yahudilerin Halk Cephesi İntihar mangasınca saygı ile selamlanan Brian, hiç şüphesiz ki umudunu kaybetmiştir. Yan çarmıhtaki mahkum hayata iyi yanından bakmasını öğütler.
Şarkıda, hayat, kahredici olarak nitelendirilir ve herkesin öleceği gerçeği de insan olmaktan daha fazlasını yapmaya çalışmanın faydasız olduğunu kanıtlamaktadır.
“Hayattaki bazı şeyler kötüdür
Seni gerçekten çıldırtabilirler
Diğer şeyler küfrettirir ve lanet ettirir
Hayatın kıkırdağına(özüne) kafa yorarken
Homurdanma sadece ıslık çal
Ve her şey iyi olacaktır
ve her zaman hayatın aydınlık tarafına bak”
Bununla birlikte, doğumundan ölümüne kadar geçen süreyi en iyi şekilde değerlendirmek bireye kalmıştır. Şarkının ilk dizesi, diğer dizelerde tekrarlanan temayı ortaya koyar: hayat zor ama insan olumlu bir bakış açısı kazanma şansına sahiptir. İkinci dize, birinciye benzerdir ama üçüncü, hayatın insanın sahip olduğu tek şey olduğunu vurgular. Ölüm herkes için gelir ve kaçınılmazdır.
“Hayat acımasız ve çürük görünüyorsa
Unuttuğun bir şey var
Gülmek ve gülmek ve dans etmek ve şarkı söylemek
Üzgün hissettiğin zaman
Aptal olmayın geri zekalılar
Büz dudaklarını ve ıslık çal, işte bu”
Üçüncü dize, ikinci dizede sözü edilen bir fikri genişletir: Bu sözlerde hayata karşı edimsel bir bakış vardır. Gülmek, dans etmek, gülümsemek ve şarkı söylemek, seyirciyi filmden dudağında belli belirsiz bir gülümsemeyle ayrılmaya ve hayatın, ironik inancı tanımlayan ikili bakış açısına seslenen bir performans olduğu düşüncesini benimsemeye teşvik eden hınzır bir hile sayılabilir. Oyuncu, hayatının bir performanstan ibaret olduğunu ve nihayetinde sona ereceğini (ölüm er geç perdeyi kapayacaktır) bilir. Neşeden elde edilen kazanç her neyse tamamen anlamsızdır çünkü her şeyin sonu olan ölüme karşı kazanılmış beyhude bir zaferdir. Bireyin çabaları, nihai anlamda anlamsız ama özgürleştiricidir; çünkü kaybedilecek bir şey yoktur.
“Hayat çok saçma
Ve ölüm son sözdür
Perdeye her zaman bir reverans ile bakmalısın
Günahını boşver
Seyirciye bir sırıtış ver
Afiyet olsun - bu senin son şansın”
Son dizede seyirci bu tutuma, üçüncü dizedeki kadercilik (“ ona baktığında hayat değersizdir”), ölüm göz önüne alındığında kimsenin kaybedecek bir şeyi olmadığı çünkü “hay’dan gelip hu’ya gittiğimiz” düşüncesiyle aşıldığında teşvik edilir. Bu açıdan bakıldığında şarkı büyük bir başarıdır: Kamera, şarkı söyleyen ve dans eden mahkumları göstermek üzere geri çekildiğinde film biter. "Her Zaman Yaşamın Parlak Yüzüne Bakın" ifadesinin ironisi, hayatın iyi tarafına bakmanın birinin çarmıha gerildiği durumların dışında, daha zor ya da kötü olmadığının altını çizmesinde yatar. Bununla birlikte, eğer bir kimse o durumda yaşamın iyi yanını görmeyi başarabiliyorsa, her durumda bulmayı başaracaktır. Bazıları bu şakayı, hayata dair herhangi bir pozitif yaklaşım geliştirilebileceği olasılığını inkar etmeye yönelik bir çaba olarak görebilirler; ancak ironik bir inanç taraftarları, ölümün eninde sonunda herkesi aldığı fikrinde, insanlara sunulan küçük sevinçlere odaklanarak hayatı anlamlı kılmanın hala mümkün olduğu gerçeğini bulabilirler. Sadece şakanın ironisini algılamak bile apaçık ortada olandan gözle görünür olması gerekene doğru bir devinimdir.
“Yani her zaman ölümün parlak tarafına bak
Son nefesini içine çekmeden hemen önce
Hayat bir bok parçası
Baktığın zaman
Hayat bir kahkaha ve ölüm şakası, doğru
Her şeyin bir gösteri olduğunu göreceksiniz
Sen giderken gülmelerini sağla
Sadece hatırla son gülenin sen olduğunu”
Filmin insan olmanın ne anlama geldiği olgusunu yeniden tanımlaması özgürleştirici olmasına rağmen sosyal yönden bağımsızlaştırıcı değildir. Bazı din ve komedi anlayışları, herkes için adalet ve kurtuluş vaat eden -kehanetlerin gerçekleşmesine varabilecek- ahlaki bir an olduğunu öne sürerler; ancak bu bakış açısı sadece bireysel bazda dönüştürücüdür; toplumsal düzeyde değil. Filmdeki mizah, dünyayı farklı bir şekilde görmek için bir vesile olmakla birlikte, bireyleri ve toplulukları dünyayı daha iyi bir yer haline getirmeye çağırır. Aslında, odak noktası birey ve bireyin hayatın anlamını istediği gibi tanımlama özgürlüğüdür. Bir kimsenin hayatının anlamını tanımlama eylemi, insan olmaya dair meydan okumayı, insan olma vasfıyla birlikte gelen kısıtlamaları kavramakla bağdaştıran ironik bir bakış açısı içinde vuku bulur.
Film, hayatın kırılganlığını—Miller’ın acizliğe hürmet dediği şey—hayatın ne kadar zor olduğunu ve insan olmanın kısıtlamalarına rağmen anlamın nasıl bulunabileceğini kabul ederek över. Burada insan olmak, insan topluluğunun üzerinde ya da dışında biri gibi davranmamak gerektiğine ilişkin ironik bir kavrayıştır.
Her bireyin kendi hayatının anlamını tanımlamakla sorumlu olduğunu öne sürerken, başkalarına insan olmanın ne demek olduğuna dair fikirlerini dayatan bireylerin ya da kurumların otoriteleri ve nüfuzlarını azaltmak gereklidir. Burada, mizah, kendilerini insan topluluğunun üstünde veya dışına yerleştirmiş olanları insanlaştırmak için kullanılır. Bu noktada, Life of Brian ‘ın kalbindeki onulmaz nihilizmden bahsetmemiz gerekir. Film, birçok sahnede, insanlara inanç sistemlerinin ve ideolojilerin eksik noktalarını göstermeye çalışır: Dağ sahnesindeki hutbede kalabalığın arkasında kalan insanlar, İsa’nın peynircileri kutsadığını düşünürler; ve daha da kötüsü bundan bir anlam çıkarmaya, ve bu kutsamayı daha büyük bir ideolojik çerçeveye oturtmaya çalışırlar. Brian, Romalılardan kaçmaya çalışırken kendini bir vaiz gibi gösterdiğinde insanların pozitif tepki vermelerinin sebebi de bu eksik algılanan noktadır. Hiç şüphesiz ki, Life of Brian’ın mizahı, ilahi ve veya ideolojik liderleri tumturaklı sözler söyleyen soytarılar, dini/ideolojik gerçekleri de yanlış anlamaların ve yanlış yorumlamaların sonucu olarak göstererek inanç/ideoloji sistemlerini de çürütmeye çalışır.
Monty Python and Philosophy kitabındaki makalesinde Stephen Faison, “Python ekibi, belirli inançların, sonuçları bizlerin çıkarlarına hizmet ettiğinde ne kadar gülünç göründüğünü örnekleyerek, insanları bazı dini varsayımları sorgulamaya sevk etti. Bu, Tanrı inancının feshedilmesi manasına gelmez; ancak bu kadar absürt görünen ve Tanrıya atfedilen inanç ve uygulamaları yeniden incelememiz gerektiğini vurgular.” yazmıştı. Monty Python ekibinin insanların sorgulamasını istediği şey, hayatlarının anlamına kendilerinin karar vermesi fırsatıdır. Yaşamın anlamını tanımlamamak, absürt davranışlara ve inançlara yol açar. Brian’ın annesinin evinde uyandığı ve kapısında büyük bir kalabalık bulduğu sahnede, insanlar Brian’dan inançlarını onaylayacak ve varlıklarını muteber kılacak bir mesaj beklerler. Ancak Brian bu sorumluluğu almak istemez. Kalabalığa hitap etmek zorunda kalan genç adam, insanlara hayatlarının kontrolünü almaları için yalvarır: “Bakın yanlış anlıyorsunuz! Beni takip etmek zorunda değilsiniz. Kimseyi takip etmek zorunda değilsiniz! Kendi iyiliğiniz için düşünmek zorundasınız. Hepiniz birer bireysiniz!”. Ancak ironi, kalabalıktan birinin kendisinin bir birey olmadığını ilan etmesiyle doruk noktasına ulaşır. İşe bakın ki, filmdeki tek gerçek bireyler, Brian, kalabalığın içindeki birey olduğunu inkar eden yalnız kalmış mutezil ve nihayetinde, ironinin arkasındaki mizahta gerçeği görenlerdir.
Filmde sürekli altı çizilen körü körüne inanma, koşulsuz takip etme güdüsünün altında Althusser’ın Devletin İdeolojik aygıtları (dini, öğretimsel, hukuki,siyasal, sendikal, kültürel, aile, haberleşme..vs) olarak adlandırdığı nosyonun olduğunu söylemek yanlış olmaz. Her türlü inanç, sistem ve eğilimin-adı kapitalizm de olsa din de ya da başka bir şey- hem baskı ve hem de ideolojik aygıtları aracılığı ile toplumlara aşılandığı fikriyle Althausser, toplumsal oluşumu ekonomik, politik ve ideolojik olarak ayırır. Ekonomik bağlamda doğayla ilişkiyi, politik bağlamda toplumsal ilişkileri, ideolojik anlamda insanın kendi yaşamıyla ilişkisini yankılayan tasarımların dönüştürüldüğünü söyler. Althusser a göre, değerlerimiz, arzularımız, tercihlerimiz belli bir konuyu aydınlatıcı açıklamalar yaparken bireyleri özneler olarak görmenin tanımlayıcı özelliğine sahip ideoloji uygulaması tarafından telkin edilmektedir. İdeolojik uygulama, aileyi, medyayı, dinsel organizasyonları ve en önemlisi, propagandası yaptıkları düşünceler açısından eğitim sistemini içeren Devletin İdeolojik Aygıtları (DİA) diye adlandırılan kurumlar bütününü kapsamaktadır.
Yahudilerin Halk Cephesi lideri Reg (John Cleese)’in devrimci bir konuşma yaptığı ve "Romalılar şimdiye kadar bizim için ne yaptılar?" diye sorduğu ve dinleyicilerin Roma işgalinin her türlü olumlu yönünü-sağlık, tıp, eğitim, şarap, kamu düzeni, sulama, yollar, temiz su sistemi, halk sağlığı ve barışı- özetledikleri ve “Romalılar bizim için sağlık, tıp, eğitim, şarap, kamu düzeni, sulama, yollar, temiz su sistemi, halk sağlığı ve barışından başka ne yaptılar?” sorusuyla devam eden ünlü sahnede can alıcı nokta, yönetimin, bu vakada Roma devletinin, sunduğu hizmetlerin-bir nevi ideolojik aygıtların-işgal ve özgürlüklerin kısıtlanması gerçeğini gölgede bırakmasına izin verilmesidir. Sonunda Reg, iyi olan her şeyin Roma hakimiyetinde olduğunu, insanların özgür ve bağımsız olmadığını söyler: “Romalılar insanlar için ne yapmadı? Onları özgür kılmadılar. ” Bu noktada, Althusser’ın “Pratik ideolojiler, insanların karşılaştıkları sorunlara somut çözümler üreten ve davranışlarını yöneten pratik kurallar rolünü üstlenirler.” ifadesini akla getirmek gerekir. Roma devleti, toplumun yaşam kalitesini arttırıcı gündelik sorunları giderici çözümler üreterek bağımsızlığın yokluğunu ve veya boyun eğme durumunu ‘hizmetlere’ karşılık ödenmesi gereken bir bedel, uyulması gereken pratik bir kural olarak sunmuştur. Reg ve arkadaşları gibi militarist gruplar içinse kendi ideolojileri, iyiyi kötüden ayırma, hakimlerin (Romalıların) gizli gündemlerini tanıma yetilerini felce uğratan bir ‘afyon’ haline gelmiştir.
Finalde, militarist örgütün gerçek bir direniş olmaktan uzak ve beyhude girişimleri ve ‘müritlerinin’ bilinçsiz eğilimleri yüzünden zarar gören Brain, her iki cephenin de (din ve militarizm) kendisine bir faydası olmadığını gören modern bireyin hayal kırıklığıyla yoğrulmuş izdüşümü haline gelir. Brain, müritlerine kimseyi takip etmek zorunda olmadıklarını söylerken - idealist güdülerle bir hareketi takip ettiğinden ve hem de bu ideolojik yapıların her birinin dışında kaldığından, bir nevi körü körüne biat etmeyerek başkaldırdığından-kendiyle çelişir ve Miller’ın da belirttiği gibi, “dinin (bu bağlamda ideolojinin de) gücüne karşı bu başkaldırı, kutsalı (ideolojik militarizmi), insani zaaflar ve psikozun övgüsü içine yerleştirir.
Referanslar
Mind and Frontal Lobes: Cognition, Behavior and Brain Imaging, Brian Levine PhD, Fergus I. M. Craik PhD, Oxford University Press,
Reinventing the Sacred: A new view of Science, Reason and Religion, Stuart A. Kauffman, Basic Books, 2010, ISBN 0465018882.
Anılar, Düşler, Düşünceler, Carl Gustav Jung, Çeviri:İris Kantemir, Can Yayınları, 2001, ISBN: 9789750724978
Gary L. Hardcastle, Monty Python and Philosophy: Nudge Nudge, Think Think! bl. 10. God Forgive Us, Stephen Faison, syf 185.
Miller, Jerome, “Laughter and the Absurd Economy of Celebration.” Cross Currents 45:2 (Summer 1995).
http://www.independent.co.uk/news/science/religious-effect-brain-drugs-mormon-utah-reward-centre-nucleus-accumbens-a7446301.html
Peter Berger, Redeeming Laughter, De Gruyter; 1997, ISBN-10: 3110353938.
Louis Althusser, Felsefe ve Bilimadamlarının Kendiliğinden Felsefesi, 2B Verso Yayınları, İstanbul, 1990, sayf 32
Comments