top of page

Kayıp


 

"Ufacık bir ayrıntıyı bile hatırlayamıyorum sana dair. Saçların nasıldı, ellerin nasıldı? Bilmiyorum.

Seni anlatmak kalabalıklar karşısında şarkı söylemekten farksız. Savunmasız ve yapayalnız.

Güneşin yansıdığı en güzel manzara hala senin evin, bir de açılsa penceren, bahçe kapın...

Yine tüm neşemi toplayıp gelsem sana.

Dümdüz yokuşun ardından ilk değil, ikinci soldan sonra kayıp apartmanı, beş numara."



Sana yazdığım ilk şiirmiş, taşınmadan önce dolabımda buldum. Okuduğumda öz güvenimden dolayı utanıp gülümsedim ama çocuksu bir şiirin çoktan kapanmış derin bir yarayı insafsızca sızlatacağını bilemezdim. Sanıyorum ki yalnızca bir kez gelmiştim size ama yine de sana çıkan yollar aklımın ücra köşelerine kazınıp kalmış olacak, tekerlemeden bozma şiirime bile adresini yazmıştım . Olduğum yere çömelip bir kez daha şaheserimi (!) okumak, seni arama girişimini nüks ettirdi. Aslında bu arayış, gidişinin ardından her yalnız kalışımda kendini tekrar ederdi. Sadece annenin ve senin adını bildiğimi var sayarsak o zamanki aklımla telefon rehberinde annenle adaş olan tüm kadınları arayıp seslerinden analiz etme maceramın dışına çıkamıyordu (Tabi annemin gizli aramalarımın ardından özür temalı geri dönüşlerinde, seninle ilgili sızacak herhangi bir bilgiye kulak kesilmem dışında). Zihnimde kocaman bir boşluk vardı. Sonunu göremediğim merakımla baş edemiyordum. İlk zamanlar evinizin önünden her geçişimde pencerelerde perde olup olmadığına bakınır, evde adını her duyduğumda senden bahsediliyor sanırdım. Zamanla akıbetin eskisi kadar aklıma gelmemeye başladı ama vazgeçtiğim için mi, alıştığım için mi? Bilemiyorum.


Çabasızca bir araya gelmek çok mutlu ederdi bizi. Beklentimiz dışındakilere meyletmeyi alışkanlık haline getirecek kadar toy olsak da bize bugünün gözüyle baktığımda yetişkinler gibi sohbet edebilen iki çocuk görürdüm. Büyümeye çok hevesli, tutulmayacak sözlere inanan, olacaklardan habersiz. Sen varken pek de kimseye ihtiyaç duymazdım. Geldiğinde tüm arkadaşlarımı, uğraşlarımı hatta aklımı bir köşede bırakıp çığlık çığlığa bahçe kapısına koştuğumdan, başka kimseyle bağ kuramazdım. Çıkıp gittiğinde de her şey bir anda yapaylaşır, tiyatro sahnesine dönüşürdü adeta. Azdan da az görürdüm seni. Belki ayda bir kez, belki de iki, tam anımsayamıyorum ama buna rağmen nedenini hiç sorgulamadan seni her gördüğümde kaybedip bulmuşçasına sarılırdım.

Hani bir keresinde annenle bize gelmiştiniz. O eve girerken sen güneşten gözlerin kısılmış halde, hızlı ama emin adımlarla arka bahçedeki dut ağacının altına gelip, ağacın sol tarafına kurulmuştun. Öylesine derin bir nefes almıştın ki, bir insanın bu kadar derin nefes alabilmesine o günkü yaşımın algı sınırına rağmen şaşırmıştım. Sonra hep yaptığın gibi son görüşmemizin ardından tüm biriktirdiklerini anlatmaya başlamıştın. Hava biraz serinleyip gökyüzüne rahatça bakmaya başladığımız an, bulutları hayvanlara, eşyalara, insanlara benzetip bir hikaye anlattın.


"Eğer hayal edersen bulutlar istediğin şekle girebilir."


Bunu söylerken o kadar sakin ve rahattın ki, tecrübeyle sabitlediğin çok belliydi. Ama benim sorularım bitmemişti tabi. Önce bulutlara sonra sana baktım:

"Sen neyi hayal ediyorsun ?"


Yüzünde birdenbire beliren tebessümü gökyüzüne kilitledin.

"Babamı."


Tek bir çıt sesi bile gelmedi o an dünyadan. Rüzgarın uğultusu, araba sesleri, kuş cıvıltıları, çocuklarını arayan bir annenin çağrısı, senin sesinin yankısından ibaretti sanki. Boş bir odada konuşmaktan farksızdı. O ana dek ve o günden sonra baban hakkında hiç konuşmadık, konuşamadık. Serinkanlılıkla anlattığın öykünü yarıda kesip heyecanla müdahale ettim. Hiç kızmadın, kırılmadın bana. Sanki tepeden tırnağa insana özgü tüm olumsuzluklardan arınmıştın.

Böylece bulutlar kaybolana dek uzayıp gitti hikayemiz. Sonra hava kararmaya başladı ve annen seni alıp gitti. O akşam seni son görüşümdü. Bir anneni bir de bulutları sevmedim ama hiç şikayet etmedim. Yalnızca o anın içinde kilitlenip kalmayı diledim günlerce, aylarca, yıllarca...


Peki sen?

Bazen var olup olmadığını bile sorguluyordum ama o gülünç şiiri bulduktan sonra varlığının içimdeki hayalperest çocuğun bir oyunu olmadığına ikna oldum. Kağıdı arka cebime koyup elimdeki kutuları aşağıya indirirken aklımdan yalnızca tek bir soru geçiyordu. "Çocukluğuma, sokağıma, ilkokuluma, kendimi bildim bileli tanıdığım arkadaşlarıma, dut ağacına bile çoktan veda etmiştim. Peki sana?" O kağıt parçası, hatırana veda etmeyi es geçtiğimi fısıldarken tüm mahcubiyetimi cesaretimin ardına gizleyerek dışarı çıktım. Ne tanıdık yüzlere ne de yeni açmış leylak ağaçlarının rayihasına saptım. Dümdüz önüme bakarak eğimli yolda yürümeye başladığımda cesaretimin yerini heyecan krizleri, sitem, korku ve adını koyamadığım onca hissin karmaşası aldı. Ben içimdeki bu çelişkiyi sürdürmekte kararlıyken tüm zarafeti ve heybetiyle karşımdaydı işte. Öğlen vakitleri olmalıydı ki başımı tamamen kaldırıp baktığımda mübalağasız gözlerimin yandığını hissettim. Güneşi üzerine adeta çekmesine rağmen kahverengi boyasında en ufak bir sönme görünmüyordu. Bahçe de çok farklı sayılmazdı ki gittiğin her yeri canlandırman gibi köklerinin de hala burada olduğunu düşünmeden edemedim. Numaraları silinmiş zillere bakıp beşe kadar saydıktan sonra tuşa bastım. Kapının açılma sesiyle duyduğum hisler silsilesinden geriye sadece heyecan kalmıştı. İçeriye girdiğimde apartmandaki terk edilmişlik kokusunu yalnız senin mülkün gibi içime derin derin çektim. Aradan on yedi yıl geçmesine rağmen hiç yabancılamadan merdivenleri çıktığımda yarısına kadar aralanmış kapının önündeki genç kadın bana bakıyordu. O an, size ilk geldiğim gün, kapının açılıp annenin beni içeri davet etmesiyle evinizden apartmana yayılan taze ıhlamur kokusu burnumun ucundan; seni görünce sevinçten deliye dönerek sarılışım gözlerimin önünden geçip gitti.

"Kusura bakmayın, Elif teyzeye bakmıştım ben. Evde miydi?"

Aslında sorumun cevabını kapının önündeki kadından daha iyi biliyordum ama ok yaydan çıkmıştı bir kere.

"Bir yıldır buradayım ama apartmanda adı Elif olan kimse yok."


Tabii ki olmayacaktı çünkü on yedi yıl önce taşınmışlardı. Hem siz nereden bilebilirdiniz ki, düştüğünde hiç ağlamayan, ufacık çocuk görüntüsünün ardında yetişkin bir adam yatan buna rağmen hastalandığında doktora gitmekten korkan ve annesine ballı ıhlamur yaptırdığında tek bir yudumunu dahi ben gelmeden içmeyeceğini söyleyerek ayak direyen, oyunbozan bir çocuğun şimdi nerede olduğunu nereden bilebilirdiniz? Hakikatte benim de tüm bunları bilmem hiçbir şey ifade etmezdi. Çünkü o artık bambaşka bir yerde, bambaşka biriydi. Bu nedenle düşünürken bile "dün gibi" diyemedim zira hatırladıklarım, gerçekliğini sorgulayacağım kadar tozlanmıştı. Şiiri bulmadan, onu düşünmeden, evine gelmeden de üstü silinmemişti.


Kadıncağızın varlığını unuttuğum dünyamdan sıyrılırken ağzımdan kaçırdığım imayı yalnız köklerinin bir parçasını bıraktığın evin sezebilirdi.


"Olsun."


Bu yalvarış gibi gözüken umutsuz bir vazgeçişti, belki de tam tersi. Kadına dönüp gülümsedim.

"Kusura bakmayın vaktinizi aldım. İyi günler."

Kadın gülümserken içeriden yansıyan ışık yavaş yavaş azaldı. Ihlamur kokulu ev artık kapalı bir kapıdan ibaretti. Merdivendeyken titreyen dizlerime rağmen hızla aşağıya indim. Kapıyı açtığımda güneş yeniden benimleydi. Başımı kaldırıp bulutlara baktım, seni hayal ettim.

Yükseklerde uçan uzak bir kuştan başka bir şey göremedim.

 


Comments


bottom of page