top of page

KAYIK


 

Gözümü açtığımda annemin kucağında battaniyeye sarılmış olduğumu gördüm. Annem yürüyordu, uyandığımı fark ettiğinde yüzüme baktı ve gözlerini usulca kırptı. Bu, her şeyin yolunda olduğunu ve uykuma devam etmemi söyleyen bir işaretti. Sonradan düşündüğümde annemin yüzüne soğuğun işlemiş olduğunu, beyazlaşan yüzünde al al olan yanaklarını hatırladım. Telaş, endişe ve metanet o birkaç saniyede yüzünden okunabiliyordu. Uyandığımı anladığında bana yalnızca metanetini göstermek istediğini biliyordum. Gözlerimi kapattım.


Yeniden uyandığımda bir kayığın içindeydik; annem, ben, babam, kızıl sakallı bir adam, gençten bir kadın ve kucağında daha yeni doğduğu her halinden belli olan bir bebek. Kimse konuşmuyordu. Güneş ağır ağır doğuyordu. Soğuğu anımsıyorum, içime işlemişti. Bir daha hiç o kadar üşümedim zaten. Uyandığımda dikeldim, çok da yer yoktu, annemin yanına sıkışarak oturabildim. Babam sırtında her zamanki kahverengi hırkasıyla bizden biraz uzaktaydı, arkası dönük, kayığın gittiği yöne doğru bakıyordu.


Kızıl sakallı adam elindeki eski püskü, kahverengi, deriden bir askısı olan dürbünüyle ara ara ileriye bakıyordu. Sonra “Sis geliyor” dedi. Endişesini bastırmaya çalışan tok bir sesle söylemişti bunu. Sonra uzun süre hiç kimse konuşmadı. Yağmur çiselemeye başladı ardından. Küçücük bir muşamba parçasını başımızın üzerine koymuştu annem, eliyle beni iyice kendine çekerek. Öyle ki vücudum sanki küçücük olmuştu. Biraz daha ilerlediğimizde tamamen sis içinde kalmıştık. Kucağında bebek olan kadın, bebeğine sıkı sıkı sarılmıştı. Mırıltı duyuyordum. Bebeğine ninni söylediğini sanmıştım ki, sonra dua ettiğini fark ettim. Dua ettiğini gördüğüm an, baştan beri sezdiğim her şey yerli yerine oturmuştu. Belli ki çok kötü bir durumun içindeydik. Hemen annemin yüzüne baktım, ama o başını hiç hareket ettirmeden bir noktaya bakmayı kendisine vazife edinmiş gibi kıpırdamıyordu. Sadece koluyla beni olabildiğince sıkıyordu. Kafamı kucağına koydum, korkmuştum.


Kızıl sakallı adam epeyce ayakta durup dürbünüyle baktıktan sonra biraz çöküyor, daha sonra bunu yeniden yapıyordu. O genç kadının inlemesini duyunca, yanına çömerek yavaşça kadının sırtını sıvazladı. Kadın başı eğik bebeğine bakıyor, kıpırdamıyordu. Sanki hareket etmek yasaklanmış gibiydi. Zaman yavaşlamıştı, dünyanın bilmem neresinde, koskoca bir denizin yahut bir okyanusun ortasında sisler içinde kalmıştık. Soğukla besleniyor, korkuya durağanlıkla meydan okuyorduk. Yağmur çok çiselememiş, bir müddet sonra durmuştu.


Zaman nereye saklanmıştı bilmiyordum, aynı yerde belki saatlerce, belki günlerce, belki aylarca kalmıştık. Belki o aylar bir ana sığışmışlardı. Sonra annem elini kolumdan çekerek önündeki torbayı kurcalamaya yeltenmişti. Fakat ellerini kullanamıyordu, soğuk eklemlerini de sarmıştı belli ki. Nefesiyle elinin buzunu kırmaya çalıştı bir müddet. Benim ellerim hep battaniyenin altında olduğundan o kadar üşümemişti. Annemin ellerini tuttum, tutar tutmaz bana baktı. Gözlerinden şefkati okudum. Sonra onun bana evde sobanın karşısında yaptığı gibi ellerimi ellerine sürterek ısıtmaya çalıştım. Bu sırada benim ellerim de üşümeye başlamıştı. Ama sanki bu yaptığım şey bir kahramanlık gibi gelmişti bana. Onunla göz göze gelip gülümsedim. O an annemin içinden bir şey kopmuştu sanki. Ne kadar zamandır o durumdaydık bilmiyordum ama bu dirayetli duruşu kırılmıştı. Derin bir nefes aldı ve o da hafifçe bana gülümsedi. Sanki yüzünün buzları çözülüyordu. Sonra torbadan bir ekmek çıkardı, bunu daha dün pişirmişti. Ekmeği dörde böldü, herkese uzattı. Kendi parçasını da ikiye bölerek bana verdi. Meğer ne kadar acıkmışım, fakat ağzımı çok zor hareket ettirebiliyordum. Zar zor da olsa is kokan bu ekmeği yedim. Sonra annemin kucağına başımı koymuştum, uyumuşum.


Kızıl sakallı adamın sevinçli ve gürül gürül sesiyle uyandım. İşte o an herkesin yüzünde yeniden hayat emarelerini görmeye başlamıştım. Babam ilk defa ayağa kalkmıştı, kızıl sakallı adamın elinden dürbünü kaptı. Uzaklara baktı. İndirdiğinde yüzünde bir şükür taşıyordu. Bebekli kadın bu sefer mutluluktan ağlıyordu. Annemle göz göze geldik, bana ilk bakan o olmuştu bu sefer. Sonunda gerçekten her şeyin yolunda olduğuna inanmıştım. Çünkü annem bu sefer bana güldüğünde gözünün kenarlarındaki çizgileri görünmüştü. Bunları pek görmezdim, gördüğümde ise dokunurdum hep onlara. Yine dokundum, sonra yanaklarını okşadım uzun uzun.


Sis çekilmeye başlamıştı, güneş kendini belli etmiş, bize yeniden hayatı bahşetmişti. Nefesimi içime çektim ve tutabildiğim kadar güneşe baktım. Kızıl sakallı adam bana baktı “Geldik” dedi yaşadığı onca korku ve yorgunluk sesinden akarak “Sonunda geldik”.


 


Comments


bottom of page