The Handmaid’s Tale, Margaret Atwood’un 1985 yılında yazdığı Türkçesi; Damızlık Kızın Öyküsü olan kitaptan 2017’de uyarlanan distopya-drama dizisidir. Margaret Atwood, bu distopyayı yaratırken “1980’lerdeki muhafazakâr kesim, gücü eline geçirirse nasıl bir dünya olurdu?” diye düşündüğü açıkça görülen bir edebi yapıt. Erkek egemen toplumun derinleştiği, kadınların sadece bir doğurganlık objesi olarak görüldüğü bir dünya düşünün? Margaret Atwood aslında bize kadın haklarının elimizden alındığından neler olabileceğini göstermek istemiştir. Hikâye feminizm üzerine kurulmuş, her ne kadar gerçek olamaz diye düşünsek de bu ihtimalin her zaman var olabileceğini gösteren bir hikâye. Dizi yayınlandığı ilk yıl olan 2017 yılında tam 8 kategoride ödül alarak 69. Emmy Ödülleri’ne damga vurmuştur. Oldukça popüler hale gelen dizinin başrolünde Elisabeth Moss, Joseph Fiennes, Samira Wiley, Yvonne Strahovski, Max Minghella, O.T. Fagbenle, Ann Dowd, Alexis Bledel isimleri görüyoruz.
Peki, bu Gilead rejimi nedir? Gilead kutsal yazıtlara arkasını dayamış, baskı kurmuş, korku rejiminin hakim olduğu bir hikaye aslında. Damızlık Kızın Öyküsünde şunları görüyoruz: dünya değişmiş, kirlenmiş, birçok şeyi kaybetmişiz. Özellikle de doğum oranı düşmekte ve bu halkları paniğe sürüklemektedir. Kısırlık dünya çapında bir soruna dönüşürken, bu sorunu kadınların yarattığını düşünüyorlar. İnsanların hamileliği engellemek için kullandıkları ilaçlar ve üremek dışında yapılan seksten dolayı olduğunu düşünen muhafazakâr kesim yani Gilead, daha fazla dayanamayıp Amerika Birleşik Devletleri’ne karşı darbe girişiminde bulunuyor. Kişisel hak ve özgürlüklerin tamamen ellerinden alındığı, erkeklerin egemen olduğu bir toplum doğuyor. Kadının değersizliği ve ikinci planda oluşu yasalarla sabit kılınmış, erkeklerin kısır olamayacağı ve çocuğun olmamasının yalnızca kadınla ilgili olduğu normu geliştirilmiştir. Aynı zamanda, totaliter bir rejim söz konusu olup bir adli sistem mevcut değildir. Bu toplumda doğurgan kadınlar ayrılıyor ve damızlık olarak eğitim görmeye başlıyorlar. Rejimi reddedenlerin öldürüldüğünü veya radyasyonlu bölgelere işçi olarak gönderildiği tamamen kast düzenin hakim olduğu bir dönem başlıyor. Bir tarafta komutanlar ve eşleri, diğer tarafta damızlıklar. Kast sistemi sadece gruplara ayırmakla kalmıyor, bunu dış görünüşünüze yansıtmayı zorunlu kılıyor. Damızlık kızlar vücut yapılarını gizlemek için kırmızı kıyafetler giymek ve beyaz kanatları olan görüş alanını kısıtlayan başlıklar takmak zorundadır. Eşler sadece mavi, teyzeler yeşil, gayrı-kadınlar gri giyinmek durumundadır. Bu yapı içerisinde damızlık kızların yegâne özellikleri doğurganlıktır ve bu amaçla karanlık bir geleceğe mahkûm edilirler. Kadın bedenine salt annelik vasfı yüklenmesi ve kadının varoluş amacının yalnızca doğurmak olması, kadının “kurban” rolünde olduğunu görebilirsiniz.
Başrolümüz olan “Offred” yani June gözünden görüyoruz her şeyi. June önceki hayatında evli, bir çocuğu olan, başarılı bir editördür. Annesi onu feminist bir kadın olarak yetiştirmiş. Bunların hepsi geçmişte kalmış olsa da, ne kadar derine işlediğini ilerleyen bölümlerde açıkça görüyoruz. Çocuğu elinden alınmış. Fred Waterford isimli komutanın yanında damızlık olarak görevli. Dizide çoğunlukla June’n iç sesini duyuyoruz. İç dünyasında başlayan özgürlük savaşının, zamanla dışına taşması ve etrafındaki herkesi etkilemesi, içinizde garip duyguların uyanmasına neden oluyor. Gittikçe karakteri güçlenen June, önce kızını bu düzenden kurtarmak uğruna, daha sonra da bu düzende hapsolmuş tüm çocuk ve kadınları kurtarmak adına nasıl mücadele ettiğine şahit oluyoruz. Dizinin temposu bir an olsun düşmüyor. Yer yer sinirleniyorsunuz. Bazı anlarda gözyaşlarınıza hakim olamıyorsunuz. Damızlık merkezleri kurulmuş ve bu kişilerin buralarda acımazsızca eğitim aldıklarına şahit oluyoruz. Bir de bu toplumda herkes damızlığa da sahip olamıyor. Sadece üst sınıf olan komutanlar, bir damızlık sahibi olabilir. Her ayın doğurganlık için en verimli döneminde komutanlarla ilişkiye girmek zorunda bırakılan bu kadınlar eğer hamile kalmazlarsa hayatlarının zindana çevrildiğini görüyoruz. Tabi ki aynı şeyi, komutanlar için söylemeyiz. Gayet düzenli bir hayata sahipler. Diziyi izlerken bu sahnelerden bir miktar rahatsız olabilirsiniz. Dizinin bir diğer kadın karakteri olan Serena ise, sizi inandığınız birçok şeyden nefret ettiriyor. Sonra fark ediyorsunuz ki, bu korkunç düzene bir nevi Serena öncülük etmiş. Fikirleri ile arkasında toplanan kalabalık, içinde bulunulan Gilead’ın temellerini atmışlar. Nasıl nefret etmeyelim ki, diyorsunuz. Neden bunu yaptığına baktığımızda tek isteğinin bir çocuk olduğu açıkça görülürken, bir yandan ''acaba bu korkunç düzene gerçekten değer mi?'' diye sizi derin düşüncelere daldırıyor.
Dizi şuan dördüncü sezon finali yapmış. Ülkemizde Blutv üzerinden izlenebilir. Dizi, kitap ile paralel gitmiyor, daha çok onun devamı niteliğini taşıyor, bu sebeple eğer henüz kitabı okumadıysanız, kitabı okuduktan sonra diziyi izlemeniz daha mantıklı olacaktır. Yine de dizi kitaba sadık. Kitap her ne kadar 1985 de yazılıp, o dönemin özelliklerini taşısa da, günümüze kolaylıkla uyarlanabileceğini görebilirsiniz. Alt metine bakarsanız aslında kadının tek işinin annelik olduğu vurgulanması ve diğer bütün işlerin mantıksız olduğu vurgulanmıştır. Bu distopik hikâye, size birçok şeyi sorgulatıyor. Mesela sessiz kalmanın aslında kabul etmek olduğunu ama susmanın da en tehlikeli kabul ediş olabileceğini... En önemli öğretisine şunu diyebiliriz; cinsiyet gözetmeksizin kadın haklarına sahip çıkmazsak gelecekte bizi bir distopyanın değil koca bir gerçeğin beklediği gerçeği. Bu bozulmuş düzene karşı her zaman dur demek, sessiz kalmamak, en önemlisi ise birbirine her zaman destek olmak gerektiğini, dizinin açıkça verdiği mesajdan çıkarabiliriz. Çünkü yalnız değilsin.
süper gelişme gösteriyorsun...