top of page
Writer's pictureBeyzanur Akdemir

GEZGİN

Updated: Jul 13, 2022


Saat yediye yaklaşırken uyandım. Kokusundan mıdır, insanlarından mı? Bu şehir insanı hiç yormuyordu. Dünden hazırladığım valizimi kapının önüne sürüklerken babam yeni uyanmıştı. Alelacele hazırlanırken söyleniyordu.

“Neden beni uyandırmadınız, bugün Pazar şimdi trafik de vardır.”

Kulak ardı edip balkona çıktım.

Evlerin birbirine çok yakın olduğu bir caddeydi burası. Doğup büyüdüğüm yere hiç benzemeyen.

Balkon demirlerinde kollarımı birleştirip önce gökyüzüne bakmak istedim direnemediğim Ağustos güneşine boynumu büktüm. Apartman girişleri boylu boyunca dükkandı. Tam karşımda duran apartmanın önünde uyuyan yavru köpek gözüme takıldı. İçimdeki sevgi balonlarına üfleyen şirinliğine karşı koyamayıp aşağıya indim. Başını okşadım, okşadıkça gerinerek boynunu açtı. Güneşin kalbimin derinliklerine tesir ettiğini hissettim. Hissederken veda ettim ağaçlarına, havasına, sokaklarına bu şehrin… Tanımadığım sokaklarında aşinaymışçasına selam verdiğim her simaya veda ettim. Sıcaklığına, tam saatine kurduğum martılarına, kıyının dibinden oltamı sallarken her akşam kıyıp da tutamadığım balıklarına selam verdim.

“Haydi kızım geç kalacağız.”

Babamın sabah uykusundan yırtılırcasına koparılmış tok sesiyle irkildim. Hissederken dünyayı diğer tüm uzuvlarımın sesini kıstığımı fark ettim.

“Tamam” dedim.

Arabaya mat girintileri olan parlak valizimi şahsiyeti varmışçasına nazikçe yerleştirdim. Sonra şoför koltuğunun güneşten kızgın demire dönmüş kolunu saniyelik bir manevrayla açtım. Babamla aynı anda arabaya bindik. Direksiyonu (çok faydası olacakmış gibi) ıslak mendille silip serinletmeye çalıştım. Ardından dar sokaklardan yavaş yavaş ilerleyip “İstanbul” yazan tabelaları takip ederek kavislenen yola kendimi bıraktım. Ebeveynlerinden biri memur olan çocuklar çok iyi bilir ki yollar yeniliklerin başlangıcıdır fakat göçmen kuşlar gibi oradan oraya savrulurken çeşit çeşit insanla kurulup kopan onca bağın arkasından bükülen bir boyun ve bir çift gözyaşı kalır geriye.


Derken bunları düşündüğüm iki saatlik yolculuğun sonuna geldik. Geçmişle bugün arasındaki köprünün gerçeklik tarafından atlayıp arabadan indim. Yine babamın küçük kızı oldum ve yanına giderek elini tuttum. Başımı kaldırdığımda Ayasofya tüm görkemiyle karşımda belirdi. Öyle kalabalıktı ki avlu. Gölgesinde dünyanın her rengi ve her dili vardı sanki. Nefesimden geçen ılık deniz havasını ruhumda hissettim. Ayakkabılarımı çıkarmak için dakikalarca beklerken sıcaktan ağlayan bebekleri, fiyatını hiç bilmediğim ama ederinden fazlasına satıldığına emin olduğum ipek şallarla vücudunun her yerini örten ve egzotik pozlar veren turistleri, maske uyarısı yapan polisleri gördüm. Bir de benim gibi ayakkabılarıyla beklerken etrafı izleyen nadir azınlığı…

İçeri girmem ve çıkmam bir olurken büyülenip uyanamadığım rüyanın, çektiğim fotoğraflarla tesirini tekrarlatmak istedim. Tıpkı uyanmasına rağmen uykuya geri döndüğünde, rüyasının devam edeceğini sanan hayalperest çocuklar gibi…

Ardından babamla Eminönü’nde durduk. Alelacele bir gelenek haline getirdiğimiz balık ekmek siparişini verirken Galata’yı ve bulutların arasında kaybolup beliren martıları izledik, bir daha ne zaman görüşeceğimizi bilmemenin belirsizliğiyle onlarca fotoğraf çekinirken özlemin son demlerini giderdik. Tekrar arabaya döndüğümüzde konum ayarlarına bakıp kesin oranda geç kalacağımı anladığımda bacaklarımın titrediğini hissederek kendime kızdım.

“Babam haklıydı.”

Geç kalacaktım ve zihnim, bedenime bu cümleyi tekrar edip korkumu perçinliyordu. Kısacık yolun gözümde bu kadar uzayacağını tahmin edebilirdim ancak unuttuğum bir şey vardı…

“Her şehirde bir gün yirmi dört saat değildi.”

İstanbul da bu şehirlerden biriydi. Kuvvetle muhtemel gün on iki saatti burada, bazı günlerse sekiz…

Gözlerimdeki büyümeyi fark eden babam sabahki tavrından eser kalmamış bir halde sakin ve güvenilir sesiyle telkin etti beni. Tek bir cümle kurdu ve içimde şüpheden tek bir zerre kalmadı.

“Rahat ol kızım, baban seni yetiştirecek.”

Bu cümlenin güveniyle öyle derin bir nefes aldım ki… Yoğun bakımda dünyayla bağı kopmuş bir hastanın EKG’de dümdüz gözüken kalp atışının dalgalanmasından farksızdı. Oysa neyi eksik etmişti ki zaten… Ne zaman yetiştirememişti beni, ne zaman yarım kalmıştım ki? Biliyordum, sözde olmadığını… Zira ben bazı cümlelerin yürekle söylendiğini babamdan öğrenmiştim. Hala da öğrenmeye devam ediyordum ve bu sebeple kavuşup da ayrılmak bu denli zordu. Deneyimleyecek hala çok şey varken, yollarımız ayrılıyordu. Küçüklüğümden beri beni babamdan, bazen köklerimden, bazen de sevdiklerimden ayıran yolların ta kendisi olmuştum artık. Gezginlik üzerime bir sakız gibi yapışmıştı.

Güneş batmaya yakın havaalanındaydık. Ve uçağın kalkmasına kırk beş dakika vardı. Babam ya gerçekten çok iyi bir şofördü ya da doğaüstü güçleri vardı. Bagajı açıp valizimi indirdikten sonra babama ayrı kalıp da kavuşmuşçasına hasretle sarıldım. Yorgun boynuna sardım kollarımı. Tıpkı babamın geleceği haberini alıp uyuyamadığım gecelerin sabahı gibi, dayanma gücümün tükendiği zamanlar elbise dolabını açıp bıraktığı birkaç parça kıyafetine sarılıp koklamak gibi, geriye dönüp baktığım çocukluğumda hep eksik kalan tarafımı doldurur gibi.

Klasikleşmiş numarasını yapıp güneş gözlüğünü gözüne yapıştırdı. Dolan gözlerini gizlemeye yeterdi. Peki ya titreyen sesi?

“Dikkat et kızım. İnince ara.”

Bu kadar günlük bir cümle nasıl kalbimi doldurabilmişti?

“Merak etme babacığım.”


Havaalanın kapısından girmemle başka bir dünyaya adım atmam bir olmuştu sanki. Yalnız başıma çıktığım kaçıncı yolculuğumdu bilmiyorum ama anonslar, x-ray cihazının sesi, yere çarpan valizler kaçırdığım bir şey olduğunu hissettirirdi. Şarjım bitecek endişesiyle aceleyle telefonumdan biletimi işlettim, valizimi de verdiğim an artık özgürdüm. Karşı kafedeki yaşlı adam çayını bitirene dek büsbütün kurtulmuştum bu yükten de. Uçuş alanına doğru yürürken peronların önündeki insanlara bakıp uçağın hangi şehre gideceğini tahmin etmeye başladım.

“Bir Ankara ı ıh, iki Antalya ı ıh, üüüç kesin Trabzon tüh bu da tutmadı.”

Hiçbirini tutturamadığımı düşünüp sol taraf kesinlikle Adana derken ADA yazan peronun önünde durdum. Zafer anımı kutlarken oyunun kurallarına riayet ederek belirtmeliyim ki Adanalı değildim hatta o güne dek Adana’yı görmüşlüğüm dahi yoktu. Anonsu duyar duymaz uçuş alanına çıkıp havalimanı otobüsüne bindim. Arkamdaki kalabalığa aldırmadan, yalnız bir kadın gibi. Hiçbir şeyi beklemeden, ardıma bile bakmadan. Uçağa bindiğimde yan koltuğumda oturan küçük kız ve babasının konuşmalarına kulak kesildim. Sanıyorum uçak korkusunu unutturmak içindi, babasının küçük kıza söylediği şarkıyı tebessümle dinlerken sarıdan kızıla dönen gökyüzünün büyülü renklerine kendimi bırakmıştım.

Comments


bottom of page