top of page

Gerçek mi? Hayal ürünü mü?


 


Selamlar herkese…


Uzun zamandır yoktum. Biraz yoğun bir dönemdeydim. Neyse ki, şimdi aranıza döndüm. Döner dönmez size yeni bir dizi önerisiyle geliyorum. Belki, görmüşsünüzdür sosyal medya da. İsminden dolayı alay edilen bir dizi bu. Bir dizi için fazla uzun bir isim. Makale gibi. “The Woman in the House Across the Street From the Girl in the Window”. Okurken yoruluyorsunuz. Birkaç nefes almanız gerekebilir okurken. Arkadaşlarıma önerirken diziyi, “uzun isimli dizi” şeklinde aratmalarını söyledim. Netflix’te yayın hayatına 28 Ocak’ta giren dizi, 8 bölümden oluşmakta. Her bölüm ortalama 25 dakika. Sıkıcı geçen bir 25 dakika değil, merak etmeyin. Bir an önce diğer bölüme geçmek isteyeceğiniz türden bir dizi. Başrolünde “The Good Place” ya da “Veronica Mars” dizilerinden oldukça aşina olduğumuz Kristen Bell var. Oyuncu kadrosu ise şöyle; Tom Riley, Mary Holland, Shelley Hennig, Cameron Britton, Benjamin Levy Aguilar, Michael Ealy, Christina Anthony, Samsara Yett. Yaratıcılığını Hugh Davidson, Larry Dorf ve Rachel Ramras üstlenmiş. Dizinin IMDB puanı 6,5. Mükemmel şarap kadehi (koca bir şişeyi tek kadehe sığdırdığınızı düşünün, öyle bir kadeh), bolca şarap ve kara mizah yüklü bu diziyi tek solukta bitirirsiniz. Diziyi birlikte inceleyelim.



3 yıl önce trajik bir şekilde kızını kaybeden Anna’nın evliliği de aynı nedenden bitmiştir. Yağmur fobisi yüzünden evinden fazla uzaklaşamayan Anna, gününün büyük bir kısmını sokağa bakan penceresi önünde kocaman bir kadeh şarap içerek geçiyor. Pencerenin önündeki kişi Anna, yani. Anna, psikiyatrik ilaç kullanıyor aynı zamanda. Şarap aşığı olduğu için günlerinin büyük bir kısmını hatırlamayan ve bu sebeple de gerçek ile hayali dünya arasında sıkışıp kaldığını düşünüyor. Çocuğunun ölümünün yaşattığı travmayı atamadığını görüyoruz. Birçok kez konusu geçse de tam olarak nasıl öldüğünü eve gelen dedektif Lane anlatana kadar, Anna hiçbir zaman anlatmıyor. Dizi boyunca görüyoruz ki Anna bir gerilim-cinayet içerikli bir kitap okuyor. Hatta, elinden düşmüyor bu kitap. Sonra bir gün evinin tam karşısına yakışıklı, bekar ama çocuğu olan birinin taşındığını görüyor. Bu adamın bir kızı olması da ilgisini çekiyor bence. Kızıyla anlaşması Neil ile Anna’yı yakınlaştırıyor. Neil karısını yeni kaybetmiş, kızıyla yeni bir başlangıç yapmak için taşınmış biri. Gözle görülür bir biçimde de çekici. Anna hayal dünyasına dalarken, aslında adamın bir sevgilisi olduğunu öğreniyoruz. Anna bu noktada birazcık yıkılıyor. Birçok şey gibi kadını takıntı haline getiren Anna, penceresinden kadını izlerken kadının öldürüldüğünü görüyor. Peki, gerçekten gördü mü, yoksa şarabın, okuduğu kitabın veya hapların etkisinde miydi? Anna’nın zaten var olan hayal gücü bir de terapistin yazdığı ilaçlarla birleşince ortaya halüsinasyonlar çıkıyor. Terapist ona o ilaçları alkolle karıştırmaması gerektiğini söylese de, Anna tam olarak bunu yapıyor. Kimse ona inanmasa da o kendine her şekilde inanıyor ve dedektiflik macerası bu nokta da başlıyor. Olaylar birbirini izlerken, gerçekle hayal arasındaki ince çizgide yürüyorsunuz. Bazen hayal kısmında olsanız da bölüm sonunda gerçeğe döndüğünüz de aslında, hayal kısmının daha güzel ve can alıcı olduğunu öğreniyorsunuz.



"Kim?", "Ne?", "Nerede?", "Neden?" ve "Nasıl yani?”

8 bölüm boyunca Anna gibi kendime sürekli olarak bu soruları sordum. Cinayet işlendiğini gerçekten gördü mü, yoksa o da kafasında mıydı? Birçok nokta da kafayı kırıyorsunuz. Cinayet işlendiyse ceset nerede? Peki, katil kim? Anna, kafasındaki kurgular o kadar iyiydi ki, bir noktada “haklı olabilir” diyordum. Gizem arttıkça, dakikalar geçtikçe artan gerilim çok güzel işlenmişti. Bir annenin evladını trajik şekilde kaybetmesi ve bunun sonucunda girdiği buhran... Mizah, dram, gerilim, gizem hepsini bir bütün halinde zekice kurgulanmış şekilde sunması tadını damağınızda bırakacak.



Dizi son dakikalarına kadar gizemini korumayı başardı. Kendinize sürekli “Gerçek mi yoksa hepsi Anna’nın kafasında mı oluyor acaba?” derken buluyorsunuz. Bir dizide bunu son sahneye kadar aktif tutabilmek çok zor. Eğer dikkatli bir izleyici iseniz ki bu dizide biraz öyle olmanız lazım, kafanıza yatmayan çok fazla şey olacağını göreceksiniz. En basit örnek olarak şunu verebilirim, Anna’nın kızının mezarındaki yazıların sürekli olarak değişmesi gibi. Her gün aynı posta kutusunun tamir edilmeye çalışılması gibi. Dizinin en güzel kısmı sanırım daha başlar başlamaz size bütün ipuçlarını veriyor. Bir noktada finalde sizi neler beklediğini bilseniz de, finale kadar hiçbiri mantıklı gelmiyor. Şarap, ilaçlar veya okuduğu romanlar… En önemlisi de kendisinin de bahsettiği gibi kocaman bir hayal gücü. Finaldeki uçak sahnesinden sonra bakalım ikinci sezon gelecek mi? Yoksa kalanı bizde kafamızda mı kuracağız? Siz neler düşünüyorsunuz? Her şey bu kadar hayal gücü olabilir mi, yoksa gerçekten yaşandı mı? Ya da belki de akıl hastası birinin zihninin ürünü müydü her şey? Arkanıza yaslanın ve keyfini çıkarın.



 

Comments


bottom of page