top of page
Writer's picture Zeynep Gizem Senel

Gaybdan bir melodi


 

Işıksızdı gece. Zifiriydi deniz. Ben çoban yıldızında doğmuştum; ardılım şira’da. Müziği duyduğumda gençtim daha; gri bir perde çekti beni kendine. Zırhım kalın, sırtımda kuşağım pek, ama yorgundu ruhum. Yaşlıydı. Rüzgarın yakınmalarını duydum sonra. Neden düşeyim dedim bir toz parçasının üzerine.


Adımlarım ağır, ellerim uzanamadı evrenin şavkına. Durduğum yer toz duman, bozbulanık bir kaosa açtım gözlerimi. Ateş, toprak ve su. Yıkayın ruhumu. Örtün üzerimi. Dağıtın küllerimi.





Ne arardı herhangi bir varlık bu sonsuz karanlıkta; ebedi bir devinim ve yalnızlık dışında. Boşluğu selamladım. Ben aydınlıktım o karanlık.Bir şeyler var etmeliydi parmaklarım. Dokunduğum her şey ışıldıyor önce, sonra yok oluyordu.


Güzel bir rüyaydı gördüğüm. Ama her narin şey gibi o da son buldu. "Yine ölmedim yaşıyorum" dedim kendi kendime. Lanet ettim talihime. Koşmaktan yorulan herkes gibi ben de bir köşede soluklanıp müspet oranda şikayet edebilmeliydim. Oysa izin yoktu dur durak vermeme, arkama bakmama.


Faniliğime, hayatın geçiciliğine, ölüm zamanının belirsizliğine tutunup akışa bıraktım kendimi. Öyle bir akış ki kolları her yana uzanıyor sonsuz sürüklüyordu önüne kattığı her şeyi.


Kalabalık bir şehirde, keskin uçlu minarelerin, çıkardığı sesler şeffaflıkta salınan başka hiçbir şeye benzemediği için canlarından bezen bazı güruhların zaman zaman çalkanalıp fokurdadıkları bu dolaylarda, kimileri bu işler de böyle olur mu olmaz olmaz diye kötü kötü homurdandılar ama seslerini Kaf Dağı’ndaki haşmetmeaplarına duyuramadılar. İşte böyle bir günde, adını mıh gibi aklımızda tuttuklarımız sınırlarımıza dadandılar da sağır olduk dikkat kesilemedik. Ben burada vurdum topuğumu yere. Çoşkun bir kaynak fışkırdı da ıslandım iliklerime kadar.





Sonra, gelinime söyleyeyim kızım sen duy, avare yankılanan sedalar esir almış dimağlarımızı. Başladık mı hikayeye? Bilemedim şimdi. Hemen toparlayayım ortalığa saçılan kıyafetleri dolaba, kirli bulaşıkları çamaşır makinesine, kül tablalarını çöpe…


Nerede kalmıştık? Hafızamı kaybettim ben. Ve uyanamadım kabusumdan. Böyle vuku buldu her şey. Sis de ondan kapladı her yeri. Siz kusuruna bakmayın. Üfleyip dağıtırım şimdi ben bulutları da geçit vermeyen beyazlığı da…


Günlerden bir gündü. Mutfakta yere kapaklanmışım. Düştüğümü bile hatırlamaksızın hem de. Yıldızların uçuştuğundan eminim tepemde. Öyle yıldızlar ki her biri samanyolundan kopma. Neden oluyordu bu kazalar peki? Ben biliyorum neden. Ne zaman bir kavme dahil olmak istesem, çaldığım kapılar sıkı sıkı kapanır, kilitler sürgülenir; pencereler ardına dek kapanır, panjurlar sonuna kadar çekilir. Seyl-âbeler ve ben dışarıda ağlaşırız.


Bu tesirsiz girişim de farklı değildi diğerlerinden. Uçuruma baktığımda uçurum da bana bakmıştı. Tanımıyorduk oysa birbirimizi. Hiçbir girdaba kapılmayacaktık hiçbirimiz.


Issız bir yolda yürüyordum güneş tepemde şıngırdıyordu. Ter dediğiniz insan olmanın lanetlerinden biri. Oysa reyhan ve gül kokmak istiyor dünya.


İnsan bir şeyin yoksunluğuna terk edildiğinde önce eğilir bükülür, sonra gövdesinde yeşeren umut tomurcuklarıyla hayata direnmeye başlarmış. Her hikayede böyle olacak diye bir koşul yok tabii; üstelik bahsedeceğimiz de sıradan bir insan değil. Özgürlük, bazıları için ucu bucağı görünmez bir ülkü olabilir; bazıları içinse varlık sebebi.





Büyük, olgun bir narı koydum masaya. Başladım kabuklarını soymaya. Parmaklarımı yanlarına bastırıp ikiye böldükçe döküldü taneleri. Nar hiç sevmem aslında. Ekşisi tatlısı fark etmez. Belki elma olmasa mesela yeryüzünde, yaşanmayabilir.


Bakmayın öyle bana. Sizi ben ağlatmadım Yıldızlar. Sizi ben ağlatmadım.

Devam edecek

תגובות


bottom of page