top of page

Edebiyatın yalnız kadını: Shirley Jackson


 


Küçük bir kasaba ya da köyde yaşadığınızı düşünün herkes birbirini tanıyor, birbirinin evine gidiyor ve modern hayatın akışının aksine içi içe hayatlar kurarak birbirlerine karışmakta sakınca görmüyorlar. Bu samimi ve cana yakın ortamda ne gibi kötülük olabilir. Shirley Jackson’a göre; kolektif bir yapının aslında özünde bölünmüş ve parçalanmış yapısı tekinsizlik ve huzursuzluk duygularını adeta mekanlaştırıp onları hapseder.

Herkesin birbirini tanıdığı bu mekanlarda, insanları ama özellikle toplumda öteki olmaya en yakın konumda olan kadınları toplumdan soyutlanma, yalnızlık, önyargı gibi soyut duygulara hapseden birtakım sistematik davranışlar vardır. Dedikodu, kötü bakış, dışlama, yargılama bunların en başında gelir. Peki, nedir Shirley Jackson’u buna çeken?


 



Bir korku öznesi olarak toplum

Shirley Jackson ilk öykülerini verdiği 1940’lı yıllar, Amerikada sanayileşmenin hızla arttığı kentlerin büyüyüp geliştiği kent ve kır arasındaki ayrımın daha da keskinleştiği yıllardır. Bazı toplumsal olgular değişmiş, yeni kültürel değerler topluma ayak uydurmuşken kent'in ve kır'ın öznesi olan insanlar bu değişimlerden hemen hemen aynı şekilde etkilenmişlerdir. Hepsinin algılarında bu değişimlere karşı gelen bir taraf da vardır bir nevi kaosa karşı mücadele etme değişime direnme ya da bu dengesizlik ortamında kendini bulma gibi. Değişim kıskacına girmiş toplumun özneleri modern toplumun getirdiği bir nevi güvensizlik duygusuna kapılırlar. Çünkü; bir yandan toplumun değer yargıları değişmiş ama bir yandan da eski gelenekler devam eder. Ataerkillik hala kadınları kıskacına alır. Irkçılık hala devam eder, ebeveyn çocuk ilişkisi değişir. Ancak; eğitim sistemi hala yüz yıl önceki gibidir. Jackson, bu kavramları yer yer mizahi ama aynı zamanda etkileyici betimleme biçimleri kullanarak yapar. Günlük hayatın akışı içinde sıradan olaylar, anlar birden ilgi çekici hale gelir. Bunlar, Jackson tarafından en ince ayrıntısına kadar okuyucunun algısına sunulur. Jackson’un öykülerinde karakterler- ki genelde bunlar değişimden en çok etkilenen kadınlardır- bizlere toplumda yer eden zalimlikleri, eşitsizlikleri belki en çarpıcı şekilde sunar. Genç bir kadının büyük bir metropole geldiğinde yüksek mimari binaların onun başını döndürmesi ve bunun sonucunda yaşanan psikolojik bunalım, hırslı bir iş kadının onu eşitsiz kılan taşra yaşamına dönmemek için gayri-etik iş ilişkileri tercihlerinde bulunması, çocukların özünde zalim olmaları ve bunu toplumun tetiklemesi gibi temalar öykülerde yer alır. İşte bu modern bireyin sahip olduğu toplumsal ilişkilerin keşmekeşliği yeni bir gerilim unsuru yaratır edebiyatta. Bu onları çevrelerine karşı daha tedirgin yapar. Korku tam olarak burada başlar. Jackson romanlarında belirli bir özneyi yada paranormal olanı canavarlaştırmaz onun korku öznesi toplumun insanların tam kendisidir. Kırda ya da kentte fark etmez insanların rekabetleri, hırsları yalanları ve gizledikleri kişilikleri ile gerilim, korku tedirginlik halinde okuyucuya geçer. İnsan insanın kurdudur….


 



Soyutlanmış hayatlar:

Modern toplumun bireyselleşmiş yapısı etrafında insan yalnızdır kendi benliğini topluma kabul ettirmek zorundadır ve bu yüzden çabalar, rekabetler kurar en iyisi olmak ister. Peki bu sadece kentte yaşayan kahramanlar içimidir. Hayır. Jackson hayatı boyunca eşiyle amerikan kasabalarında yaşarken belki de hayatında onu etkileyecek en önemli kavramlar karşılaşır. Kasaba insanı değişmez, değişse bile onu değişimler korkutur. Jackson ve eşi kentli yaşam biçimlerini kasabaya getirdiklerinde kasabalılar onu yargılar dışlar bir nevi soyutlarlar. kasabada hatta kentte olduğundan daha acımasızdır ve dışlanma bir o kadar yaygındır. Bir yere uyum sağlamazsan hakkında dedikodular başlar. O kadar ki Jackson toplumsal soyutlanmanın en kötü biçimiyle karşılaşırken kasaba halkının öznesine dahil etmiş ve oradaki ilişkiler ağı üzerine gerilim öykülerini kurgulamıştır. Modern kentte insanlar arası gelişen gergin ilişkiler burda daha özgün bir şekilde çıkar ortaya bir nevi bağnazlık biçimiyle. Biz okuyucu bunu anlarız, oradaki gerilim unsuru bir çeşit yabancılaşmadır, yalnızlıktır ve bunun getirdiği korkudur. Okuyucu bunu kendisi içinde hisseder ve gerilir, tekinsiz hisseder çünkü kasabalılar belki bazı bağnaz özelliklerin zaman içinde kaybetsede onlar hep gözetleyen ve yargılayandır. Modernite ve bağnazlığın ilişkisi burda çıkar. Kahramanımız eğer kasabaya yeni geldiyse bu tekinsizliği doyasıya yaşar. Eğer kasaba halkındaysa önce belki o toplumdaki hayat tarzına dengeli ve uyumlu bir tavır sergiler ancak daha sonra okuyucu bir şeylerin değiştiğini anlar huzurlu düzen düzensizlik getirmiştir. Okuyucu kitlesi için derin bir şok unsuru yaratan Piyango adlı öykü bunun örneğidir. Kasaba burda değişme bağnazdır kahramanlarımız ise buna uyumludur. Ancak okuyucu öykü ilerlerken bu tatlı huzurlu halin çözüldüğünü ve yerini bir nevi dehşete bıraktığını görür. O kasaba da bir şeyler terstir. Ancak ters olan bir yaratık bir hayalet değil, toplumun kendisidir. Biz Hep Şatoda Yaşadık romanı da buna benzer bir konuyu çok etkileyici olarak anlatır: kasabada yaşayan iki kız kardeşin dış dünyadan saklanması. Bu saklanma durumu ise soyut bir duruma karşıdır kasaba halkı tarafından dışlanma o kadar ki kız kardeşlerden küçüğü kendi ritüellerini yaptığı hayali bir ev ortamına ihtiyaç duyarak dışardaki canavardan saklanır: insanı yalnızlığı sürükleyen toplumsal bağlar.


 




Comentarios


bottom of page