Geçtiğimiz günlerde Netflix’te izleyecek bir şeyler ararken, Virgin River isimli bir dizi gözüme takıldı. Öyle farklı bir konusu yok ama yine de izlemeye başladım. Karmaşık aksiyon yorucu filmlerden sıkılıp kafa dinleyecek diziler arasında bir numaranız olmalı. Neden mi? çünkü dizi tamamen hayatın içinden. Karakterlerin sıkıntıları, mutlulukları, arkadaşlıkları, aşkları aslında herkesin hayatında olan şeyler. Dizi sizi hayatın olağan akışından koparmıyor. Tam aksine kendinizi izlediğinizi düşündürüyor. Belki de dizide geçen bir olayı bir hafta önce yaşamış bile olabilirsiniz. Yalnız herkese hitap eden bir dizi olmayabilir. Bazı yaş gruplarına monoton ya da sıkıcı gelebilir. Uyarmadı demeyin. Size biraz spoiler olmadan dizi hakkında bilgi vermek isterim. 9 Temmuz da 3. sezonu yayınlanan dizi, Netflix’te izlenmeyi bekliyor.
6 Aralık 2019 tarihinde yayın hayatına başlayan Virgin River dizisi bir roman serisinden uyarlama. 20 kitaptan oluşan seri, Robyn Carr isimli yazarın imzasını taşıyor. Size yalan söyleyemem kitapları okumadım fakat biraz araştırdım. Anladığım kadarıyla Robyn Carr, kitabı kendinden ilham alarak yaratmış. Baş-karakterimiz Melinda Monroe, Robyn Carr gibi bir hemşire. Robyn bu kitapları yazmaya oldukça sıkıntılı bir dönemdeyken başlamış. Bunu da çok açık bir şekilde görüyoruz dizi de. Kitapları beğenen büyük bir kesim olsa da, beğenmeyen çok basit ve cansız bulan da büyük bir çoğunluk bulunmakta. Kararı size bırakıyorum. Dizinin yönetmeni Andy Mikita, senaristi ise Sue Tenney oluyor. Dizinin başrol kadrosu ise Martin Henderson, Alexandra Breckenridge ve Tim Matheson, Annette O’Toole gibi başarılı oyunculardan oluşuyor. Dizi Kuzey Kaliforniya da bulunan ismi Virgin River olan 600 kişinin yaşadığı bir kasaba da geçiyor. Hiçliğin ortasında, telefon bile zor çekiyor hatta. 21. Yüzyıldayız nasıl telefon çekmez? Dedirtiyor insana. Fakat gerçekte böyle bir kasaba yok. Dizi Vancouver, British Columbia, Kanada’da çekiliyor. Yani gördüğümüz her şey bir set. Bu insanı biraz üzüyor.
Daha önce dediğim gibi Melinda Monroe yani başrolümüz, pratisyen bir hemşire. Los Angeles gibi bir yerde yaşarken, Virgin River gibi ücra bir köşedeki kasabaya taşınmaya karar veriyor. İlk bakışta bu taşınmayı anlamsız bulsanız da, Melinda çok büyük badireler atlatmış biri. Son üç yılda yaşadıkları aslında bir ömüre sığacak olaylar. Kasabaya geldiğinden kendine tuttuğu ev ile başlayan hüsran, kısa süre de aslında güzel bir maceraya dönüşüyor. Büyük şehir kızı olan Melinda, düz kasaba hayatına adapte olmakta güçlük çekiyor. Tabi ki bir dizide ne olmazsa olmaz? Aşk. Kasabanın barının sahibi Jack. Sinir olduğum noktalar olsa da, tertemiz sevdiğini hissettirmek. Bence asıl olay budur. Jack de aynı şekilde hayattan büyük darbeler görmüş. Hiç sevmediği, bir şey hissetmediği ilişkinin içinde. İlk başta arkadaşlık olarak başlayan ilişkilerinin, zaman içinde evrimleşmesini izlemek içinizde kıpırtılara neden oluyor. Kasaba hayatı hiç hayal ettiği olmayan Mel, kasabalılar tarafından da zorluklara uğruyor. Fikirleri, hayatları tamamen farklı. Bir klinikte çalışmak için kasaba gelen Mel, Doktor Vernon Mullins tarafından istenmeyen kişiye dönüşüyor. Vernon o zamana kadar hep kendi başına idare etmiş, 76 yaşında bir doktor. Hemşire olmasına rağmen, asistan muamelesi görmesi tadını kaçırıyor ama Mel zorluklar karşısında yılmayan biri. Dimdik duruşu ile hayata resmen meydan okuyor. Bir de kasabanın belediye başkanı Hope var. Fazla meraklı, her şeyin kendinin kontrolünde olmasını isteyen bir karakter. Bazen her şeyi mahvet ise bile, özünde iyi biri olduğunu biliyorsunuz.
Genel olarak dizinin gidişatını beğendim. Tabi ki klişelerle dolu ama bu diziyi o kadar kötü yapmıyor. Bir oturuşta diziyi bitirip kalkıyorsunuz. Beni en çok etkileyen sanırım dizinin manzaraları oldu. Özellikle basit ama şık bir jenerik kısmı yapmışlar. Sadece bölgenin doğasını gösteren bir açılış kısmı. Harika doğasıyla, fazla meraklı olsalar da sıcak kasaba halkıyla orada olmak isteği uyandırıyor. İnsanların sahiplenici tavırları bir miktar hoşunuza gitse de, acaba rahat eder miydim? Diye düşünüyorsunuz. Yine de Jack’n Barı’nda oturup ısınmak için bir kahve içmek isterdim. Preacher’n o harika görünen yemekleriyle karnımı doyurup, eşsiz manzara karşısında sessizliği dinlemek isterdim. Kısaca bu dizi bende bunları hissettirdi. Umarım sizde aynı şeyleri hissedersiniz. Ya da hissetmezsiniz.
Comentários