Cennetimden bakarken sizlere katilimle son kez göz göze gelmiştik aslında…
Böyle sona ermişti 27 yıllık yaşam hikayem. Ve hikayenin sonundan başlamak adetim olmasa da benim sonum birlerine kıssadan hisse olsun istediğimden bu seferlik böyle başlayalım anlatmaya.
Gelin beraber deniz kıyısında küçük bir balıkçı kasabasına gidelim. Herkesin birbirini tanıdığı, çocukların misket oynadığı, ip atladığı şirin bir kasaba. Leylak ağaçlarından baş döndüren kokuların geldiği, bir yanda yemyeşil ormanların diğer yanda masmavi denizin olduğu rengarenk evleriyle bizim kasaba.
Her şey bizim evimizin az aşağısında oturan ve gözlerinin renginden dolayı “Mavi” diye hitap ettiğimiz ve aslında kasabamızın tek delisinin söylediği tek bir cümle ile başladı. Mavi, gün boyu kasabada gezer, türkü söyler, ekseriyetle denize taş atar, sonrada attığı taşları denizden çıkarmak için bir koşu suya dalar ve tabii ki her seferinde eli boş dönerdi. Tüm kasaba onu tanır, sesinin çok güzel olmasından dolayı kendilerine türkü söylemesini isterlerdi. Mavi tam da bu noktada birden zeka küpüne dönüşür ve ; “Hani çayım?” derdi. Tabii bu huyunu bildikleri için hemen bir bardak çay getirilirdi ve Mavi yanık sesiyle başlardı türkü söylemeye. "Deli" olarak adlandırdığımız Mavi’nin türkü sözlerini nasıl ezbere bildiğini ise ben dahil kimse bilmiyor.
Hikayemizin esas konusu bana gelirsek çok ama çok sevdiğim bahçeli şirin evimde 2 yaşında oğlum ve can özüm diye seslendiğim sevgili eşimle yaşıyordum. Lise yıllarında karşılaşmıştık eşimle. Birbirimizden kopmamış ve nihayetinde de evlenmeyi başarabilmiştik. Kısa bir süre sonra da küçük oğlumuz dünyaya gelmiş ve mutluluğumuz adeta ikiye katlanmıştı. İkimiz de kasabamıza büyük bir özlem duymaktaydık ve şans eseri mi desek yoksa kaderin bir cilvesi mi bilinmez, eşimle bana gelen ortak bir iş teklifinden sonra kasabamıza dönme kararı aldık. Çok heyecanlı olduğumuzu hatırlıyorum. Küçük oğlum henüz yeni konuşmaya başlamıştı ve kasabaya dönüş yolunda denizi görür görmez; "Mavi, mavi." diye bağırmıştı. Babası ve ben denize mavi demesine gülmüştük. Ama belki de küçük oğlum melek ruhuyla olacakları hissetmiş, uyarmaya çalışıyordu bizi.
Eşim hem mesleğine aşıktı hem de insanlara yardım etmekten çok büyük bir haz alırdı. Kasabadaki tüm kedi ve köpekler ve hatta kuşlar bile onun kendileri için etrafa yiyecek bir şeyler bırakacağını bilir, yolunu gözlerlerdi. Aramızdaki sevgi bağı o kadar güçlüydü ki gözlerimizle bile incitmemiştik birbirimizi. Her gün, iş çıkışı arabaya binerken koltuğumda tek bir kırmızı gül beni beklerdi. “Lütfen, sen hep gözlerinden gülümse bana.” derdi. İlk tanıştığımız günden itibaren birbirimizin en iyi arkadaşı, sırdaşı olmuştuk. Böyle harika bir masalın sonu onlar ermiş muradına diye bitsin isterdim tabi ama masal bu ya mutlaka kötü kalpli bir büyücü işin içine karışmış olmalıydı.
Hikayemizin başındaki Mavi’ye keskin bir dönüşle geri dönelim şimdide. Bir pazar sabahı bizim Mavi elinde biriktirdiği taşlarla denize doğru giderken evimizin önünden geçeceği tuttu. Bir gün önceki sağanak yağıştan dolayı bahçemizin bir köşesinde su birikintisi oluşmuştu. O sırada bendenizde elimde bir fincan kahveyle bahçede sabah güneşinin keyfini çıkarıyordum. Kahvemden bir yudum almamla Mavi’nin su birikintisini görüp deniz sanması ve elindeki taşları büyük bir hızla suya atması sanırım aynı anda oldu. Ben Mavi’ ye bağırıp çağırırken küçük oğlumda oyun sandığından sudaki taşları alıp ona doğru atmaya çalışıyordu. Mavi oğluma; “Atma, atma.” diye bağırırken ben de Mavi’ye; “ Git buradan, git buradan.” diye bağırıyordum. Sesimizi duyan Mavi’nin annesinin koşarak gelmesi ve Mavi’ye; “ Çabuk dur ve özür dile.” demesiyle, Mavi sanki kumandanın düğmesine basmışsınız gibi durdu, üstünü başını silkeledi ve başını öne eğerek; “Özür dilerim.” dedi sonrada yan yan yürüyerek denize doğru uzaklaştı. Benimse tüm sinirim geçmiş oğlumu kucağıma alarak hala özür dilemeye çalışan Mavi’nin annesinin yanına gitmiş, içten bir gülümsemeyle onu çaya davet etmiştim. Bu fedakar anneyle de böylece tanışmış olup arada sırada sabah kahvelerini beraber içer olmuştuk.
Gelelim bu masaldaki kötü kalpli büyücüye. Gene günlerden bir pazar günüydü. Bahçede çiçekleri düzenlemekle uğraşıyordum. O sırada birkaç ev aşağıda oturan komşularımızdan biri olan bir beyefendi yoldan yürüyüp giderken Mavi’yle karşılaştı. Mavi parmağını bizim bahçeye doğru uzatarak ve yerinde sıçrayarak; “At, at. Oraya at.” diye bağırmaya başladı. Gene bu esnada aynı semtte oturduğumuz bir başka komşumuz bir hanımefendi de oradan geçmekteydi. İşte benim tek şanssızlığım bu üç kişinin bir şekilde benim evimin önünde karşılaşması oldu. Hanımefendi bana doğru baktı gülerek uzaklaştı. Beyefendi Mavi’ye doğru baktı gülerek yoluna devam etti. Mavi’ de elindeki taşlara baktı, neyse ki onları hiçbir yere atmadan gülerek ve yan yan koşarak denize doğru gitti. Bense çiçeklerime gülümseyerek işime devam ettim. Bu neşeli pazar gününün sonradan bir trajediye yol açacağını kim, nasıl tahmin edebilirdi ki.
Size anlattığım bu olay üzerinden birkaç ay geçmiş olmalı. İşten çıkmıştım eşim arabayla beni bekliyordu. Koltuğuma oturduğumda sanki bir şeyi unutmuşum gibi bir his vardı içimde. Eşime gülümseyerek baktığımda ilk defa gözlerindeki buz gibi boşluğu ve karanlığı gördüm. Soğuk bir merhabadan başka tek bir kelime etmedi eve dönüş yolunda. Optimist olmaya çalışarak, belki de zor bir gün geçirmiştir diye düşündüm ve üzerinde durmamaya çalıştım. Eve vardığımızda arabadan inerken hatırladım unuttuğum sandığım şeyi. Koltuğumda her gün olan gülün yerinde yeller esiyordu o gün. Onu kıracak bir şey mi yaptım acaba diye düşündüm. Sonrada oldukça zor bir gün geçirmiş olmalı dedim içimden. Ama ne yazık ki eşimin bu hali bir hafta boyunca devam etti. Onunla konuşmak için ne kadar çabalarsam çabalayayım benimle beş on cümleden fazla cümle kurmadı tüm hafta boyunca. Buz gibi bakışlarıyla bana baktıktan sonra çalışma odasına gidip kapıyı kapatıyor ve ertesi güne kadar oradan çıkmıyordu. Onun hastalandığını düşünerek çaresizce bu duruma bir çözüm bulmaya çalışıyordum. O bir hafta boyunca tek tesellim küçük oğluma sarılmak oldu. O neşeli neşeli benimle oynarken sarı buklelerinde gözyaşlarımı saklamaya çalışıyordum.
Ve masalımızın sonuna yaklaşırken ben de sizin gibi eşimin bana olan bu kötü davranışlarının sebebini final sahnesinde öğrenmiş oldum. Bir haftalık bu üzücü durumdan sonra izin günümdü ve oğlumla deniz kıyısında biraz vakit geçiriyorduk. İkimizde paçalarımızı sıvamış, oğlum denize taş atarken bende hüzünlü bir gülümsemeyle onu seyrediyordum. Umutsuzca kumu avucumda tutmaya çalışıyordum. Parmaklarımın arasından kayıp giden kumlara bakarken çok sevdiğim eşime nasıl yardım edebileceğimi düşünüyordum. Oğlumu dalgın dalgın izlerken denize taş atan Mavi geldi aklıma. O anda içten bir kahkaha atmak istedim ama sanki demirden bir el kalbimi sıkıştırdı ve gülemedim. Acı çekiyordum evet. Bu kadar güzel bir manzara karşısında ve bu kadar büyük bir mutluluktan sonra bu olanlara inanmak istemiyordum. Gözlerimde biriken yaşları oğlumun görmemesi için başımı diğer tarafa çevirince Mavi’ nin annesinin bana doğru yaklaştığını gördüm. Tonton anne diyordum ona ve ikimizde birbirimiz çok sevmiştik. Bir an ona koşmak, sarılmak ve ağlamak istedim. Sanki bir haftadır o da bir şeyleri sezmişti ve beni yalnız bırakmamak için şimdi yanıma geliyordu. El salladı bana yaklaşırken. Bende ona el salladım ama ağladığımı görmesin diye çabucak gözlerimi sildim. Tonton annenin arkasında Mavi’ yi gördüm. Elindeki taşları ara ara suya atarak annesini takip ediyordu. Sonra arkamdan adımı bağıran bir ses duydum. Eşimin sesiydi ama o kadar sert söylemişti ki adımı bir an onun olduğunu anlayamadım. Ayağa kalkıp arkamı döndüğümde eşimin elindeki silahı bana doğrulttuğunu gördüm. Dünya etrafımda dönerken ben sanki donup kalmıştım orda. İçimden haykırıyordum sürekli neden diye. Neden, neden?! O ise sürekli bağırıyordu, anlamsız şeyler söylüyordu. Beni aldattın, nasıl yaparsın diye bağırıyor ya da kükrüyordu adeta. O an o kişinin eşim olmadığına neredeyse yemin edebilirdim. Tüm bu kabusun ortasında oğlum korkmuş bir vaziyette bacaklarıma sarılmış çılgınlar gibi ağlıyordu. Sanki her şey ağır çekimde ilerliyordu ve zihnim tüm bunların kötü bir şaka olduğuna inandırmaya çalışıyordu beni. Ağzımdan çıkan tek ve son cümle; “Ben seni asla aldatmam.” oldu. O esnada tonton anne nefes nefese koşarak yanımıza gelmiş; “ Oğlum dur, sakın yapma.” demiş, bir yandan küçük oğlumu kucağına almış, bir yandan; ”Beni dinle.” demişti. Ama o daha konuşmasını bitiremeden mermi yavaş çekimde bana doğru gelmiş ve kuma düşmeme neden olmuştu. Oğlum çığlıklar atarken tonton anne; “Yapma her şeyi yanlış anlamışsın o seni asla aldatmadı.” diyerek bir çırpıda her şeyi anlatırken bende neden eşimin beni vurduğunu o kısacık anda anlamış oldum.
Hatırladınız mı bir pazar günü üç kişi benim evimin bahçe kapısının önünde karşılaşmıştı. Bu üç kişiyi üç silahşörlere mi benzetirsiniz gökten düşen üç elmaya mı bilmem ama bu karşılaşma meğerse bana isabet eden kurşun olarak geri gelecek bir karşılaşmaymış. O günkü hanımefendi aslında mahallenin dedikodu kraliçesi olan bizim kötü kalpli büyücümüzmüş. Ve o hanımefendi bizim Mavi’nin; “At, at.” diye konuşmasını daha sonra kendine göre yorumlayarak, Mavi’nin yoldan geçen beyefendiye; “Ablayı ara, ara.” dediğini birkaç komşusuna yaymıştır. Tabii bu konuşma burada kalmayarak dilden dile evrilerek yayılmaya devam etmiş ve nihayetinde benim eşimi aldattığım gibi gerçek üstü bir hikayeyle eşimin kulağına kadar gitmeyi başarmıştır. Bir kişinin dedikodu hevesi sayesinde dedikodu zinciri oluşmuş ve bu zincir bir kurşunla son noktayı koymuştur. Tüm bunları son anda öğrenen tonton anne keskin zekasıyla olanı biteni kavramış, dedikoduyu başlatan hanımefendiyle konuşmuş ve gerçeği öğrendikten sonra bizimle konuşmak için yanımıza geliyormuş. O bunları soluk soluğa eşime anlatırken Mavi koşarak yanıma gelmiş, kuma diz çökmüş, elindeki bütün taşları denize atmış ve elimi tutarak; “Artık senin bahçene hiç taş atmayacağım, özür dilerim, ne olur kalk hadi.” diye ağlamaya başlamıştı. Eşim adeta bir uyanış evresine girmiş elindeki silahı bir kenara fırlatmış, yanıma diz çökerek bana sarılmış; “Affet beni sevgilim, nasıl bu kadar kör olabildim.” diyerek ağlamaya başlamıştı. Tonton anne de oğlumla birlikte yanıma diz çökmüş ağlarken benimse hatırladığım son şey süt kokan oğlumun sarı bukleleriydi.
İşte benim 27 yıllık kısa hayat yolculuğum burada sona ererken siz sevgili okuyuculara kendimden geriye kıssadan bir hisse bırakmak istiyorum. Benden geriye kalan tek miras da bu olacak sanırım. Dedikodu zararsız bir durum gibi görünebilir ama benim hikayemde olduğu gibi bir ailenin yok oluşuna, küçücük bir çocuğun hayatı boyunca atlatamayacağı bir travmaya neden olabilir. İstemeden de olsa böyle bir dedikoduyla büyük bir trajediye yol açmış kaç kişi vardır yeryüzünde acaba? Dedikoduyla geçirilecek kıymetli zamanımızı hobilerimize ayırsak ve bu şekilde ruhsal olarak kendimize yardımcı olsak daha güzel olmaz mıydı yaşamak? Ben tüm sevinçlerimi, özlemlerimi ve oğlumu geride bırakıp giderken hikayemin en başındaki cümlemle herkese gönülsüzce de olsa veda etmek istiyorum.
Cennetimden bakarken sizlere katilimle son kez göz göze gelmiştik aslında…
Comments