Kırk ikinci yaşının ikinci gününü yaşıyordu. “Ne biçim bir yaş” demişti kendine, “Ne olduğu belli değil.” Bir gün öncesinde iş arkadaşları yaş gününden haberdar olmuş, bir pastayla kutlamışlardı bunu. Keyifli bir andı aslında, ama bir yandan gerçek anlamda tanımadığı bu insanlarla, bir şekilde farklı yollara düştüklerinde neredeyse adlarını bile hatırlamayacağı bu insanlarla kendi doğum gününü kutlamak farklı gelmişti. Doğduğundan beri onu tanıyan insanlarınsa çok azı tarafından tebrik edilmişti. Yaşamın tuhaf ve akıl almazlığını bir kez daha duyumsamıştı.
O günse eline epeydir okumakta olduğu fakat bir türlü bitiremediği, yazarının bazı ayrıntılarına bayıldığı ama çok kere de sıkıldığı o kitabı aldı eline. İki üç sayfa okuduktan sonra koltuğa biraz daha yayıldı, müzik açmak istedi. Karşısına çıkan Stravinsky bestesini açtı, o sırada koltuğun dışına taşan ayaklarıyla ritim tutuyordu. Ayaklarına baktı, beğenmezdi hiç ayaklarını. Bir daha baktı gerçekten çirkin mi diye, aslında o kadar da çirkin olmadığını düşündü, hatta belki zarif bile sayılabilirdi. Daha evvel görülmemiş bir nesneye bakarcasına ayaklarına dakikalarca bakmıştı, ardından bir ürperti hissedip kalkarak gri delikli bir hırka ve siyah bir babet çorap giydi. Kitabına yeniden döndü, kitapta öngördüğü olaylar gerçekleşiyordu, bir rahatsızlık hissetti. Bir yandan kitabı bırakmak istiyor, bir yandan kitapla bu denli bağ kurmasına anlam veremiyor, bir yandan da bitsin diye okumak istiyordu. Okumaya devam etti, her ne kadar sevmese de belki kendisine biraz hak vermiş, belki çevresindeki şartların onu bu noktaya getirmesinden öfkesi keskinleşememişti bu karaktere. Ve nihayetinde karakter hayatını sonlandırmıştı. “Ne yani” dedi “Bu kadar mı, bunca şey boşuna mı yaşandı, bitti mi yani?” Sinirlenmişti. Canına kıydığı için ona kızıyordu, ama kazayla ölseydi de aynı şey olmayacak mıydı, aynı yerde noktalanmayacak mıydı hikayesi? Hem zaten kim ne yaşarsa yaşasın ölümle son bulmayacak mıydı hepsi? İsteyerek ya da istemeyerek ölmenin ne anlamı vardı, bitmişti işte. Ölümün bu kadar kolay olmasına, bu kadar bir çırpıda olabilmesine ve bu kadar keskin bir şey olmasına şaşırıyordu. Şaşkınlık her defasında yanına öfkeyi de alıyordu.
Ölüm ne zaman aklına gelse yalnızlığı da suratına çarpardı. Bu korku öyle yer etmişti ki içinde, sırf bu yüzden sırf bir insan, sırf bir ses olsun diye yanlış insanlar almıştı hayatına. Hiçbiriyle de bağ kuramamış ve gidişlerini izlemişti oturduğu yerden. Muhakkak bunu yapmaya devam edecekti, sadece hayatının şu anında hayatına birini alacak gücü yoktu. Bu sükûnetin onun için hava kadar gerekli olduğunu sezinliyordu.
Elinde kitapla kalakalmış, aklından bu denli düşünceler geçiyordu. Balkonuna gelen kuşların sesiyle kendine geldi. Onları ürkütmek istemediğinden yavaşça hareket ederek balkona yanaştı. Güneş çok güzel vuruyordu balkona, kapıya yaslanıp kuşları izledi, cıvıltılarını duydukça hafifçe gülümsüyordu. Sonra dilinden bir melodi dökülmeye başlamıştı. Tanıdık bir melodi değildi bu, şu an kendi mi uyduruyor, yoksa bir yerlerden duymuş da aklında mı kalmıştı emin olamadı ama bu anı bu soruyu düşünerek heba etmek istemiyordu. Kuşlar gidince, o da içeri girdi. Kitabını mavi eskitme kütüphanesine kaldırdı, halen okumakta olduğu için yatay koydu. Masada sabahtan kalan kupayı alıp mutfağa götürdü. Makineye yerleştirdi. Sonra acıktığını fark etti, dolaptan iki gün önce yaptığı zeytinyağlı fasulyeyi çıkardı. Adeti değildi ya bu sefer misafirler için aldığı takımın servis tabağında yedi yemeğini. Yemeğin sonunda kalan suya ekmek banmak istedi çocukluğundaki gibi, bu sefer de başka anılar canlandı gözünde. Bu durum canını sıkınca hemen odasına gidip üzerini değiştirdi. Beyaz çizgili bir ceket, siyah bir deri etek giyip hızlıca saçını topuz yapıp kendini sokağa attı. Komşularından birini aradı, nerede olduklarını sordu. Mütemadiyen kafelerde oturan bu bir grup arkadaşının arasına dalıp geçmişin esintilerini örtüverdi. Arkadaşlarının attığı kahkahalara kendi kahkahası da dahil oldu.
Comments